Ertuğrul Özkök kendisine uzatılan sigarayı aldı. Çakmağa yaklaştı, sigaranın ucunun yanmasını ilgiyle izledi.

Ertuğrul Özkök kendisine uzatılan sigarayı aldı. Çakmağa yaklaştı, sigaranın ucunun yanmasını ilgiyle izledi.

“Beyaz kağıt rulosunun ucunda, benim hükmettiğim bir ateş var” diye düşündü Ertuğrul Özkök. Filtreden içeri hava çekince, sigaranın ucundaki kor da parlıyordu. Kendi dışında bir şeyin, uysal bir dost gibi onun kararlarına saygı duyması hoşuna gitti. “Demek insanlar bu nedenle sigara içiyorlar. Çünkü sigara onlara bir dost gibi davranıyor” dedi yine içinden. Sonra beyaz ruloyu tüketen ateşin, bir tür kum saati olduğu aklına geldi. Bu kum saati benzetmesi hiç hoşuna gitmedi.

Adapazarı tarafında olmalıydılar. Buraya kadar gözü kapalı gelmişti ama OGS cihazının “bip” sesinden ve arabadakilerin ağızlarından kaçırdığı birkaç sözcükten bunu anlıyordu. İndikten sonra yine gözü bağlı olarak yarım saat kadar yürütmüşlerdi onu. Sonra durmuşlar, kafasındaki çuvalı çıkartmışlar ve yerdeki bir kaya parçasını göstererek, “buraya otur ve dinlen” demişlerdi.

Saat sabahın beşi filan olmalıydı. Uzaklarda gökyüzünün siyahlığı ağır ağır maviye dönüyordu. Yaz ortasında olmalarına rağmen insanı üşüten bir esinti vardı. Ağaçlarla kaplı bir yamaçta Ertuğrul Özkök ve tamamı silahlı dört adam sessizce bekliyordu.

Adamlardan biri tabancasının şarjörünü takıp, mekanizmayı kurunca korkmadı. “Saçmalama oğlum” dedi kendisine, “Seni öldürecek değil ya. Muhtemelen Rizeli bir Laz uşağı işte. Boşta kaldı mı ya pipisiyle oynar, ya tabancasıyla.”

Sonra kendi kendine “oğlum” diye hitap etmesi komik geldi. Bir dağ başında kim olduklarını bilmediği dört silahlı adamla birlikte duruyor, sigara içiyor ve kendine ‘oğlum’ diyordu.

Diğerlerinin "amirim" dediği adam cep telefonuyla konuştu, saatine baktı ve Ertuğrul Özkök’ün yanına geldi. “Vakit geldi Ertuğrul Bey” dedi. “Var mı bir söyleyeceğin?”

Neyin vakti gelmiş olabilirdi ki? Bu adam ‘vakit geldi’ derken ne kastediyordu acaba? Durumu anlaşılır kılacak hiçbir düşünce üretemediği için “uzaylılar” dedi kendine. Belki de “uzaylılar” gelecekti. Belki The Game filmindeki gibi muhteşem bir şaka tertiplenmişti ona. Belki şimdi adamlar gülmeye başlayacaklardı.

Kafasından çuvalı çıkardıklarında, az ötede bir toprak yığını görmüştü. Gözlerini hemen başka yöne çevirmiş ve bu yığını kafasından silmeye çalışmıştı. Canının istemediği şeyleri kafadan silme yeteneği ile ilgili bir yarışma olsa Ertuğrul Özkök o yarışmayı kazanabilirdi. Herhalde hayatta en iyi yaptığı şey buydu. Toprak yığınını da görür görmez unutmuştu.

Ama şimdi “vakit geldi” sözünü anlayabilmek için o yığına bakmak zorunda olduğunu seziyordu. Belki de öylesine konulmuş bir topraktı, belki başka bir şeydi. Cesaretine kendi bile hayran kalarak gözlerini bir anda toprak yığınına çevirdi ve bunun hiç istemediği şey; yeni kazılmış bir çukur olduğunu görüverdi.

“Bu iyi olmadı” diye düşündü. Başını yere eğdi ve orada halen yanmakta olan sigarasını gördü. Demek elinden kaymıştı. Sigara henüz yarısına bile gelmediği için sevindi ve hemen yerden aldı. Sonra hala yarı yarıya içilmemiş bir sigarası olduğunu göstermek ister gibi gülümseyerek baktı adama.

Nedense adam da bu gülümsemeye karşılık verdi. Elini Ertuğrul Özkök’ün dizine koyarak doğruldu ve bir kez daha saatine baktı.

Ertuğrul Özkök, mutlu ve kaygısız olduğu son anı düşünmek istedi. 3 saat geçmişti herhalde. Bir davetten çıkmıştı. Araba hareket ettikten hemen sonra, üçü polis lambalı biri sivil dört araç yollarını kesmiş, sonra arka kapı hızla açılmış ve onu dışarı çıkartan iriyarı adam kafasına çuvalı geçirivermişti. Ne şoförü, ne koruması bir şey yapabilmişti. Çuval onu önce korkutsa da, sonra “Demek kendilerini gizlemek istiyorlar. Mesele yok, kurtulacağım” diye düşünmesini sağlamıştı. Sonra çuval çıkartılınca bu rahatlatıcı tezi çökmüş ama bunu da hızla silmişti kafasından.

“Aslında şu anda da mutluyum” diye düşündü. Mutluydu çünkü hala yanmakta olan bir sigarası vardı. İlk nefesleri hızla çekip sigaranın dörtte birini hemen tükettiği için kendine kızıyordu ama şimdi usta bir tiryaki gibi tüm raconu öğrenmişti. Başlangıçtaki aceleci performansın aksine, artık sigarayı azar azar ve ağır ağır içiyordu. Bu zekice keşfi ona fazladan iki veya üç dakika kazandırabilirdi ki, kıymetini bilen için bundan büyük zenginlik olamaz.

"Amir" dedikleri adam gösteriş yapar gibi saatine bakıyor. Saati de saat olsa. Benim saatim ne kadar güzel.

Sabahları hava soğumaya başlamış. Ninem buna hemen bir “hikaye” uydururdu. ‘Temmuzda sabahlar soğursa o kış karlı geçer” gibi bir şey. Doğruluğu asla kanıtlanamayan, çünkü hemen unutulan ama söyleyeni ‘bilge’ gösteren bir tespit.

Tabancasını elinden düşürmeyen şu kerataya bak hele. Yaşı olsa olsa otuzdur. Belki daha bile genç olabilir. Bir ara sormak gerek, Rizeli mi, Pazarlı mı?

Sabah namazı kaç rekattı acaba? Şimdi bunlardan bir namaz izni istesem... Ama görmemiş gibi içtiğim şarabın kokusunu almışlardır. Böyle bir şey istersem ters tepebilir ve kızabilirler.

Türkiye’de şarapçılık hızla gelişiyor. Son 10 yılda bu işe akıl almaz yatırımlar yapıldı. Artık en kaliteli sofra şaraplarını, inanılmaz fiyatlarla satın alabiliyorsun.

Galata’da iyi şarapçılar var. Galata da gelişiyor. Galataport engellenmeseydi şimdi dek bu gelişme tamamlanmış olurdu. Bürokrasi siyasilerin önünü tıkamamalı.

Başbakanımız beni seviyordur. Ben de tıpkı onun gibi sıkı bir Yeşilaycıyım. Ama şimdi elimdeki bu sigara yakışmadı. Gerçi durumun hassaslığı hafifletici bir sebep sayılabilir.

Filtresine kadar içince, sigaranın tadı tamamen kaçıyormuş. Bugün bunu da öğrendim.