İslam’ın ilk yüzyılı biterken, dinle ilgili tartışmalarda Mutezile akımı ortaya çıkmış, insanın kaderini kendisinin belirlediğini, Tanrı tarafından önceden yazılmadığını söylemişti: Dindeki...

İslam’ın ilk yüzyılı biterken, dinle ilgili tartışmalarda Mutezile akımı ortaya çıkmış, insanın kaderini kendisinin belirlediğini, Tanrı tarafından önceden yazılmadığını söylemişti: Dindeki her şey akla uygun olmalıdır, eğer çelişen bir hüküm varsa, bu akla uygun olarak yeniden yorumlanmalıdır (Yani dinde, değişmez hüküm olamaz). Bir dönem Abbasi halifelerini etkileyecek kadar güç kazanan bir eğilimdi bu.

Bu kapıyı açan kişi Vasıl bin Ata’ydı. Bir gün hocası Hasanı Basri ile “kebire” (dinde “büyük günah”ın yeri) konusunda ayrı düşünce, hocası, “Vasıl bizden itizal etti (ayrıldı)” demişti. Ayrılmak anlamına gelen itizal kelimesinden türetilerek, Vasıl’la birlikte ayrı bir yola girenlere o günden sonra mutezili denmişti.

Dinle ilgili tartışmalar hızından hiçbir şey yitirmeden aynı hararetle devam ediyor. Bugün, dinciliğin değerlendirilmesinde, Batı üniversitelerindeki yaklaşımların etkisi fazlasıyla hissediliyor. Bir Avrupa ülkesinde Hıristiyan radikal dinciliğin gelişme ortamı yok. İslami radikalizm ise, Batı’daki göçmen kitlelerin varlığına rağmen, oradaki toplumu kökten değiştirecek bir tehlike potansiyeli taşımıyor. Bu yüzden “İslam”, Batı açısından, dışsal bir meseledir. Başka bir coğrafyanın, Doğu’nun gündemidir.

Akademisyenler genellikle, belli kavramları (demokrasi, özgürlük, katılım, vb) temel alarak çözümlemeler yaparken, bunları makro düzeyde düşünmekteler. Mesela, Endonezya’da, “yenilikçiler” denen İslamcı kanadın diktatörlük istemediği, daha demokratik bir yönetim için mücadele ettiği söylenir, ama yıllardır yaşanan dincileşme insanlar arası ilişkileri nasıl etkiler, hukuk nasıl işler, kadınların durumu nedir? gibi konular ikincil öneme sahip farklı incelemelerin malzemesi olarak görülür.

Ilımlı İslami hareketler, Batı’daki (Hıristiyan) muhafazakar demokratların bu taraftaki karşılığı olarak düşünülür. Bu yaklaşım bizde de açık kapı bulur ve pekçok aydın, ülkemizdeki dinciliğin artışını “öze dönüşün modern hali” olarak kabul eder ve bu sürecin, Batı’daki benzerlerinden ürkütücü bir farkı olmayacağını söyler.

İnanan bir toplumun kendi söz hakkı olması esastır, o sözün anlamı ise onları ilgilendirir, denir. Çok tartışmalı olan bu nokta yıllardır birçok kavramı da bulanıklaştırmış ve belirsiz hale getirmiştir. Örneğin, Türkiyeliler İslami bir devlet istiyorsa, bu demokrasiye uygundur, diye düşünmek, demokrasiyi sadece bir genel irade olarak anlamaktır. Oysa demokrasi katılımcılıktan ibaret değil, aynı zamanda günlük hayat içinde demokratik ilişkilerin, hoşgörünün, karşılıklı anlayışın ve eşitliğe dayanan bir hukukun varlığı demektir. Eğer çoğunluğun eğilimi, dinin toplumda giderek kültürel bir tekel olmasına ve bütün olguların dinin süzgecinden geçirilmesi mantığına varacaksa, burada birçok soru ve itiraz gelecektir. Alman sosyolog Habermas, demokratik bir toplumun sadece devlet düzeyindeki katılım araçlarından veya resmi mekanizmalardaki imkânlardan ibaret sayılamayacağını, toplumdaki gayriresmi, sivil kanalların ve biçimlerin, demokratik bir hayatın gereği olduğunu belirtir. Böyle olunca, dinselliğin artması, demokrasi tartışmasını bütün alanlara yaymaktadır.

Avrupa’da Aydınlanma çağıyla birlikte, din özgürlüğü güvence altına alındı, ama kamusal kurumlardan çekilerek “özelleşti”, bireylerin hayatıyla sınırlı hale geldi. Batı’da son dönemlerin akademik yaklaşımları, Batı’daki bu laikleşme biçiminin belki de evrensel olmadığı etrafında dönüyor. İslam eğer, Bernard Lewis gibilerin iddia ettiği gibi, din ve devletin birliği demekse, o zaman Batı dışında yeni modernleşme biçimleri bulmak gerekir. Bunu söyleyenler, iki noktayı vurgulamış oluyor: Batı modernliği laiktir ve İslam modernliği laik olmak zorunda değildir. (Huntington, bunu çok daha kaba ifade etmiş ve “Batı’nın güzel değerleri bize özgüdür, Doğulu kültürler bunu geliştiremez” demişti.)

Bazı dinciler bu yaklaşımı sahiplenir ve savunurken, hem Batılı hem de İslamcı modernistlerden önemli itirazlar yükselmektedir. Öyle ya, hangisi oryantalizmdir: Batılılar gibi laik olmaya çalışmak mı, yoksa, kimse bize benzemez diyen Batılılar gibi düşünerek Doğu’da laikliği yok saymak mı?

İslam’ın ilk çağlarında Mutezile’nin bir tartışma sırasında savunduğu bir formül, bağımsız bir önerme haline gelerek yaygınlık kazanmıştı. “El menzile beynel menzileteyn” demişlerdi. Tam çevirisi “iki konum arasında bir konum”, yani “iki yol arasında bir yol”du. Kim ki, tartışmaların iki tarafına uzak durup başka bir şey söylemeye çalışırsa, bu “el menzile...” ilkesiyle kendisini ifade etmeye başlamıştı.

Mutezile akımı zamanla yok olsa da ve dinin gündemine soktukları “akıl” (rasyonalizm) muhafazakârların hoşuna gitmese de, izleri bugüne kadar kalmıştır. Bugün hem siyasette hem dinle ilgili tartışmalarda, ana akımların etkisine ve egemen olan atmosfere kapılmadan, farklı, bağımsız yollar bulmak, hâlâ hayati bir önem taşıyor. “El menzile... bizim yolumuz diğerlerinkinden ayrıdır” diyebilmek, küçümsenmeyecek bir duruş ve düşünme yöntemidir hâlâ.