Babaları da dedeleri de aynı işi yapmış belki. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da yapacak başka bir şey olmamasının adı sınır ticareti. Endonezya’da yanardağın kraterinden kaynayan sulardan kükürt çıkartanlar gibi, Türkiye’de ya da Bangladeş’te kot kumlama atölyelerinde çalışanlar gibi, Türkiye’de ya da Pakistan’da gemilerin gövdelerine ömürlerini veren tersane işçileri gibi, dünyanın her yerinde göçüklerin altına gömülen madenciler gibi. Hayatta kalabilmek için hayatımızı gömdüğümüz fabrikalar gibi. Başka bir çaremiz olmadığından. Hayatta kalmak için ölümü göze almak elli altmış ya da yüz liraya. Mayını, kurşunu göze almak. En az bizim kadar bedbaht olan diğerlerinden, Iraklılardan mazot, şeker ve gıda alıp sınırın bu yanına taşımak. Taşıyıp elli lira altmış lira yüz lira kazanmak. Yeterince zorlu bir hayat bahsettiğimiz. “Biz izin verildiği sürece bu işi yaparız. Bu güzergâhta şimdiye kadar bir çatışma yaşanmamıştır. Şimdiye kadar biz yakalandığımızda katırlarımızı vurur, semerlerimizi ve getirdiğimizi eşyaları yakarlardı.” diyorlar, katırlarının vurulup eşyalarının yakılmasına razı. Katırlarını vurup semerlerini ve getirdikleri eşyaları yakmak. Yani sahip oldukları yaşamak için başvurdukları yolu da kesip atmak. Yeterince zalim mi? Zalim. Ama yeter mi bu zulüm? İlle de ölümden öte köy yok dedirtmek lazım bize.

Eşeklerin bildiği

O karakoldaki en alt rütbedeki askerin, o köylerdeki muhtarların, her köylünün, suyun başındaki kadınların, on yaşındaki çocukların, köyün delisinin ve dahi köyün eşeklerin bildiğini “istihbarat” bilmeyebilir aniden. Herkesin bildiği ve “kaçağa gittiği” yolun üstünde hep durduran ve sonra da geçmelerine izin veren askerler durdururlar kaçakçıları. Ama geçmelerine izin vermezler. İnsansız hava araçları ve dahi insansız teknolojileri ile “edindikleri” bilgilerle bomba yağdırırlar üzerine on dokuzu çocuk otuz beş kişinin. Bunun adı nereden bakarsanız katliamdır. Bundan sonra ne diyelim? Bize zulüm ve katliam olan onlara fırsattır. Kimi için “düşünebilmenin” fırsatıdır, “aslında kaçak sigara olayını da masaya yatırmak, sigaradaki bazı vergileri de gözden geçirmek için bir fırsat olduğunu” düşünebilmenin fırsatı! İnsanlığa dair bir kırıntı aramayın düşünmek deyince. Haberini bile yapmamaktır katliamın körlük. Yüzleşme ve hesaplaşma diye kast edilen bu olsa gerektir Dersim bahsinde. Kürsüden ve belgeler elde.1915, Dersim, Otuz Üç Kurşun, Sivas yahut Uludere. “Büyük insanlık” bombalarla paramparça edilir, bir Allahın kulu yardıma koşamazken, koşanlara hayır gidemezsiniz denilirken, “büyük insanlığımız” yaralı ve kar altında donarken birileri kendi “büyük” hesaplarının peşindedir.


Onların Hesapları, Bizim Canımız

O hesaplardır insanlığımızı ve canımızı sıfır noktalarına getiren ve o sıfır noktasına gömen. O hesaplar kan üzerine kurulur. İşi taşerona verenin derdi değildir on dokuz çocuk, otuz beş canın sönmesi. Din kardeşliği sökmez mevzu bahis olan derin hesapları ise malum kimselerin. “MİT içinde böcekleri olan köşe yazarı sıfatlı, taşeron” “cambazlar”la, aynı ipte oynayan başbakan sıfatlı “cambazlar” kapışırlar biz can derdindeyken. İnsan cesetleri ile örülmüş bir ipin üzerinden karşılarındakinin zaafını gördükleri zannıyla hamle yaparlar fırsat bu fırsat. İstihbaratın “milli” olanı üzerinde kapışırlar gözümüzün önünde. Bir taraf sorumluluğunu “kan parası”na devredip, işin içinden çıkmak niyetindedir en nihayetinde. Kapışmayı gören taraftarlar ise “insanlıklarını” alıp koşarlar savaş meydanına. Hazır kendi taraflarının cengâverleri vururken iki darbe de onlar vurur “korkusuzca”(!) Hazır ortalık toz duman iken MİT de kapılarını açar medyaya. İşe bakın. Yıllar sonra. Velhasıl, onların büyük hesapları içinde bizimkiler, otuz beş kişimiz küçük bir ayrıntı, bizim can derdimiz ve asıl meselemiz ise onların asıl meselesi “biraz” farklıdır. Zira ne zaman vatan, sınır, savaş dense zenginin parası, malı mülkü, iktidarı, hesapları yoksulun kanı, canı, hayatıdır.