Şair öyle diyor ama, bu ölümler için değil herhalde! “Ölüm Allah’ın emri / Ah, ayrılık olmasaydı. / Hayat hakkın armağanı / Düşmanlık olmasaydı.”*

Dönüp yanımıza yöremize, ya da uzaklara bakıp savaştan söz ediyoruz. Suriye, Yemen, Libya… Oradaki ölümler haber, oralardaki ölümler “savaş” sonucu da, bizde sıradan sanki. Gündelik hayatın bir parçası. Allah’ın emriymiş gibi karşılamaya başladık bu ölümleri de nerdeyse…

Hakkari Valiliği birkaç satırlık kuru bir açıklamayla duyurdu dün. 8-14 Eylül tarihleri arasında “asker, polis, Özel Harekat ve geçici köy korucularıyla icra edilen operasyonlarda 4 askeri personel şehit olmuş, 75 bölücü terör örgütü mensubu etkisiz hale getirilmiş”.

Dile kolay, kolay mı gerçekten, 80 can! Hepsi de bu memleketin topraklarında canlanan çocuklar öylece uçup gittiler bir haftada. Biraz bakınınca sağa sola, 100’e de çıkarabilirsiniz bu sayıyı.

Genelkurmay Başkanı’nın komuta ettiği, 7 tabur ve 5 bin askerle yürütülen bir operasyonun sonucu bu. Bir devlet refleksi aslında! PKK’nin değiştiği anlaşılan stratejisine; “vur kaç”tan “vur kal”ına verilen yanıt.

Beytüşşebap’ta, Şemdinli’de kasabaları ele geçirme ve bölgesel hâkimiyet kurma hamleleri yapan, “400 kilometrelik alanda” kontrol sahibi olduğu söylenen PKK’yi, belki de kış bastırmadan önce, tamamen bölgeden silme operasyonu.

Dünya âleme de asıl kontrolün devlette olduğunu kanıtlama operasyonu. Her devletin yaptığı şeyler!

Madalyonun bu yanında da gencecik askerlerin memleketin dört bir yanına taşınan tabutları var. Düğününe üç gün kala alınan asker, polis canları var. Şurada burada patlatılan bombalarla hiçbir şeyden habersiz vatandaşların parçalanan bedenleri var.

Orta yerde, tam ortasında ikisinin, kimliksiz ölüler. Kimliksiz, çünkü ölü ölüdür sadece; ister Kürt, ister Türk olsun! 

Hayat hakkın armağanı” belki ama şu olmayası “düşmanlık”, her bir armağanın çalınışında biraz daha araya giriyor, biraz daha büyüyor. “Hayat hakkın armağanı / Düşmanlık olmasaydı” derken, hem hayatlarımızı çalıyoruz birbirimizin hem de düşmanlığı semirtip büyütüyoruz. Öyle düşman kesiliyoruz ki, tepeden tırnağa, artık yalnızca kendi ölülerimize ağlıyoruz!

Öteki”lerin ölülerini haber veriyorsa gazeteler, altına “cesetlerin resimlerini görmeden inanmam…” türü sevinci perdeleyen kuşku notları düşüyoruz. Ya da, hiç gizlemeden sevincimizi, “günün en güzel haberi. asker katilleri hakettiği cezayı çekecekler. yakında kamplarınada gireriz ve inlerinde temizleriz inşaallah. zaten amerikada seçimler var, avrupada ekonomik kriz, bizde bu arada sessiz sedasız işimizi hallederiz” diyerek daha çok öldürme arzumuzu dillendiriyoruz şehvetle. Veya, büyük harflerle haykırıyoruz; “İŞTE BU YAAA İŞTE BUUU DUYMAK İSTEDİĞİMİZ HABERLER BUNLAR 10 ŞEHİT 3 ŞEHİT HABERLERİ DEĞİL

Şair, “Her derdin ilacı sevgi / Kıskançlılar olmasaydı” diyor ya, bu sevgisizlik öyle kıskançlıkla falan açıklanacak türden değil. Çılgınlık bu!

Her can saygıya değer / Kan davası olmasaydı.” Ama nerede? Öyle bir kan giriyor ki aramıza, yıka yıka gitmez. Artık, yalnızca kendi canımız saygı duyduğumuz!

Orhan Veli’nin nasırından çeken Süleyman Efendisi değil ki bu genç ölülerimiz; bir akşam uyuyup da uyanamayıveren. Öyle alınıp götürülseler, öyle kılınıp namazları, öyle yıkanıp gömülseler de. 

Onların ardından da söyleyebiliriz aynı dizeleri: “Tüfeğini depoya koydular, / Esvabını başkasına verdiler. Artık ne torbasında ekmek kırıntısı, / Ne matarasında dudaklarının izi; / Öyle bir rüzgar esti ki, / Kendi gitti, / İsmi bile kalmadı yadigar. / Yalnızca şu beyit kaldı, / Kahve ocağında, el yazısıyla: ‘Ölüm Allah’ın emri / Ayrılık olmasaydı.’  

Dün ölenlerimizi bugün, bugün ölenlerimizi yarın unutuyoruz; “şehit” diyerek iki dilde de, ardına “ölmez” ya da “na mırın” eklesek de!

Allah’ın emri değil bu ölümler, ama ayrılık oluyor işte. Ve sadece anaları yanıyor gidenlerin ardından; hiç sönmeden. Ah bir bilsek, ateş hepimizin üstüne düşüyor oysa!

* Nihat Gülle