Son günlerde çokça tartışılan/dillendirilen bir sorun; yeraltı sularının giderek çekiliyor olması. Gerçekten de yakın zamana kadar çiftçiler kendi olanaklarıyla kuyu açar, yüzeye yakın...

Son günlerde çokça tartışılan/dillendirilen bir sorun; yeraltı sularının giderek çekiliyor olması. Gerçekten de yakın zamana kadar çiftçiler kendi olanaklarıyla kuyu açar, yüzeye yakın sudan yararlanırlardı. Gün gelir kuyunun suyu tükenince de o kuyuyu kapatırlardı ki içine insan ya da hayvan düşmesin.

Ne var ki bugün ülkenin egemen güçleri kendi ‘demokratik’ ihtiyaçları için açtıkları kuyuları işlevi bitince kapatmayınca kendileri içine düşüveriyor.

Bu sevimli ‘demokratik’ ülkenin gümrüklerinden birinde polis bagaj kontrolü yaparken sahibine bavulun içindekini soruyor.

Yolcu: Demokratik hayatımızın tarihi var.

Polis : Ne var, ne var?

Yolcu: Demokratik hayatımızın tarihi var.

Polis merakla açtırıyor bavulu ve içindekini görünce bağırıyor.

Ulan, bunun içi hıyar dolu.

Yolcu:Eee biz ne dedik.

İşte işe geldiği zaman kullanılan demokrasi ve hukuk zaman geliyor böyle cacığa malzeme oluyor.

Darbe yapıp ülkeyi cehenneme çevirenler Marmaris’te sanat icra ederken darbe girişiminde bulunanlar hakkında yasal işlem yapılıyor. Kara mizah diz boyuyken halk Mecnun’un Leyla’sına ‘fırkatin bana kafidir, vuslata takatım yok’ (ayrılığın bana yetiyor, kavuşmaya gücüm yok) benzeri demokrasiye olan özlemi ile takati arasında sıkışmış vaziyette.

Medya ise gündemden memnun, anı değerlendirme durumunda.

Cecil King; “güncellik basının nabız atışıdır” demiş. Bu köşeden haftada bir yazınca nabız atışında/tansiyonda bir düşme kaçınılmaz oluyor çoğu zaman. Ancak kimi öyle değinmeler-dokunmalar oluyor ki tansiyon yükseliveriyor. Geçen haftaki yazı da belirli oranda kimilerinin tansiyonunu yükseltmiş. Amacım tansiyon yükseltmekten öte basit bir eleştiriden başka bir şey değildi aslında. Anlaşılan o ki sol içi demokrasi anlayışımızda hâlâ eleştiri konusunda aşamadığımız sıkıntılar mevcut. Aslında yıl boyu hemen hemen tüm yazılarım çokça eleştiri içermekteydi.

“Osman Bey otobüse bindi. Oturacak bir yer buldu” gibi durum bildiren ama yorum bildirmeyen, suya sabuna dokunmayan yazılar beklemek hem BirGün okuruna hem de BirGün’e haksızlık olacaktır. Sanırım hiçbir okur, hiçbir üstat bunu istemez.

Milletvekiline, parti liderine, askere, polise dokunulamayan bir ülkede “Dokunmayın Şabanıma” diye Kemal Sunal filmlerine bile konu olmuş dokunulmazlık halleri her hâlükârda bizlerden uzak duracaktır, durmalıdır.

Elbette her eleştiri uygun üslubu da içermelidir.

Âşık Veysel sağlığında İstanbul’a her gelişinde Eyüboğulları’nda kalırmış. Yine böyle bir ziyaret akşamında çilingir sofrası kurulmuş. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir konuk;

-“Âşık, o önündeki salam domuz etindendir” demiş.

Âşık Veysel: “Ağza giren değil ağızdan çıkan önemlidir” diyerek rulo ettiği salamı ağzına atıvermiş.

Gerçekten de ağızdan/kalemden çıkanlar bir ıslık çalmayla geri çağırılamıyor .

Bu nedenle konuşmalarımda ve yazılarımda olabildiğince üsluba dikkat etmeye çalışıyor yeri geldiğinde hicvi de kullanarak meramımı anlatmaya çalışıyorum.

Tabii bu benim görüşüm.

Oradan da böyle mi görünüyor ve okunuyor? Ne dersiniz?