Önce Yasakmeyve dergisi başladı kötülükle gidip gelmeye. K

Önce Yasakmeyve dergisi başladı kötülükle gidip gelmeye. Kullandıkları “yasakmeyve şiir değilse nedir ki?” sloganı biraz da bir taahhüt gibi algılanmış olabilir –“biz kötülüğe temas edeceğiz, elimizi çekmeyeceğiz,” sözü vermişler gibidir. Hoş, ben nicedir bu slogana da içerliyorum, şiirin bir bütün olarak bir niteliği olabilir mi diye hem sorasım geliyor hem de şiirin içindeki alan-açıcıların hakkı şiir-ağalarına ve gönüllü tebaalarına da yazılıyormuş hissine kapılıyorum. Yani diyeceğim bence şiir yasakmeyve değildir, ne şiirler var yasağını bırakın herhangi bir meyve görse hemen “kurallara göre mi üretildi, acaba yemem caiz midir,” diye telaşlanmaya başlar. Ama bakın şu versiyonu aklımı çelerdi: “yasakmeyve şiirde değilse nerededir ki?”

Evet, önce Yasakmeyve dergisinde iki sayı (Sayı:18-19, Ocak-Nisan 2006) yayınlanan “Kötülük Problemi Karşısında Şiir” dosyasıyla karşılaştık. Yücel Kayıran’ın dosya editörlüğü yaptığı çalışma etik olanı çekip tekrar önlere koymak üzere hazırlanmış. Bu dosyadan sonra da Sınırda dergisinde İlyaz Bingül’ün “Şeytani Yaratıcılık” adlı yazısını gördük. (sayı 5, Nisan-Haziran 2006). Türkiye edebiyatında “daemon/şeytani yaratıcılık” gibi randıman alınamaz gibi görünen ama yine de arzu uyandıran bir konuya el atmış Bingül. Hem yasakmeyve dosyasının hem de Bingül’ün yorumunun ayrıca üzerinde kötülük ekseninde durmak gerekir elbet, borç defterine yazın. Ben şimdilik şuna takıldım sadece: Bingül yazıda birkaç yerde Elias’ın sözettiği ‘uygarlık süreci’nden nasibini alamamış bir ülke olmamıza meseleyi bağlıyor. Şimdi Elias’ın ilerlemeci mantığı da nereden çıktı diye insan şaşırıyor. Gene mi ‘onlar gider aya biz yaya’ çözümlemesiyle karşı karşıyayız. Tabii Bingül’ün yaklaşımı burada takıldığımız kadar basit değil, ama işte hele ‘uygarlık süreci’nin cenderesinden geçmediğimizden yakındığı bölümde ‘cendere’ ifadesini kullanması dikkatimi çekiyor. Elias’a ne de yakışan ama Türkiye’de ne de çok günahı olan bir toplum mühendisliği terbiyesidir bu. Neyse, dergi okurken insan biraz hareketlidir, kitaptan farklıdır biliyorsunuz. Ben hele böyle aklımı kurcalayan bir şeyler okudum mu durur başa dönerim, derginin içindekilerine, yazının komşu yazılarına, varsa editöryal metnine, derginin kapağına bakarım. İşte böyle Bingül’ün yazısını okurken de ritüelime başladım ve Sınırda dergisinin kapağına bakıyordum ki dikkatsizlikten daha önce farketmediğim birşey gözüme çarptı: kapakta bir SSCB bayrağı vardı, altında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yazan, yanında da bir Avrupa Birliği bayrağı, onun altında da Avrupa Kapitalist Cumhuriyetler Birliği yazıyor...

Bu bayrağı görünce yaklaşan Dünya Kupası’nı düşünmeden edemedim. Ya bir gün AB gerçekten SSCB gibi tek devlet olur da tek milli takımla turnuvalara katılırsa. Tam bir rezalet! Bir süre önce her ‘kârhanede romantizm’ peşindeki sol futbol takipçisinin zaman zaman yapabileceği gibi futbolda milli maçların kaldırılmasını mı savunsak acaba diye sorguluyordum. Ulus-devletlerden az çekmedik. Şu temsili millet kurmacalarının tekrar tekrar altını çizen bir yanı var ‘milli takım’ların sonuçta. Ama tabii insan hemen işkilleniyor: iyi de kulüp takımları çok daha fazla zenginliğin-otoritenin elinde ve çok daha merkezi. Herşey ve tüm yetenekler ve bilgiler ve gösteri belirli bir merkezde toplanıyor, Şampiyonlar Ligi denilen bir televizyon programında da nirvanaya ulaşıyor. Halbuki milli takımlar bir yanıyla hâlâ hayatın farklı yönlerini, yerlerini, hallerini biraraya getirebilmeyi vaat ediyor. (Elbette, ‘bir yanıyla’, parantez açmışken canımız St.Pauli’nin Alternatif Dünya Kupası’nı da kutlayalım.) Ben milli maçların en çok yukarı mahalle ile aşağı mahallenin maç almasına benzer yanını seviyorum, yani bayraklı ‘uluslarası’ hallerini değilde de hayattan gelen ‘yerlerarası’ hallerini. Mesela, sıcak mahallenin çocuklarıyla soğuk mahallenin çocuklarının maç alması gibi, veya Paris çocuklarıyla Buenos Aires çocuklarının maçı gibi...

Peki son soru, İkinci yeniciler bu kupada hangi takımları tutarlardı/tutsalar gerektir? İlk tahminler benden: Turgut Uyar (Polonya), Ece Ayhan (Arjantin), Edip Cansever (Ukrayna), Cemal Süreya (Brezilya), Sezai Karakoç (Tunus), Oktay Rifat (İngiltere), İlhan Berk (Trinidad ve Tobago) ve ikinci yenici olmasalar da sonraki kuşaktan İsmet Özel tabii ki Sırbistan & Karadağ, Ataol Behramoğlu da Angola (hele ki Portekiz maçında).