Hukuk, yasa, anayasa… Hepsi lâf-ı güzaf: Ortada, “başka aday mı bulamadınız” diyebilen bir Başbakan var

Hukuk, yasa, anayasa… Hepsi lâf-ı güzaf: Ortada, “başka aday mı bulamadınız” diyebilen bir Başbakan var; yani muhalefet, kimleri aday göstereceğini kendisine sormalıydı.
Özel yetkili mahkeme, insanları yıllardır içeride tutuyor; hâlâ delil arıyormuş: Ya bulunabilecek delil yok, ya da kendileri bu işi beceremiyorlar; ancak her iki durumda bedel ödeyen tutuklular. Ayrıca daha kaç yıl arayacak.
En vahim olan ise, yargının, elindeki delilleri ve neyle suçlandıklarını sanıklardan saklaması: Tam tamına Stalin mahkemeleri.
“Onu yapan, şunu da yapar; şurada bulunan, burada da bulunur” mantığıyla, yani ‘analoji’ yoluyla kanaati delil yerine geçirip, örneğin Necati Abay’ın suçluluğuna hükmetmek de, yine oradan ithal edilmiş bir yargılama usûlü.
Oradaki ‘manevî suç ortaklığı’nın tesisinde ise, ‘yüce Türk yargısı’ ‘örgüt üyesi olmasa dahi’ formülünden yararlanıyor; ki, bu aynı zamanda, ‘örgüt üyesi olduğunu bile bilmeyen’ Ergenekoncu yakalamaktan karın doyuran tosuncukların da teorik dayanağı.
Aslında hiç kimsenin bu örgüte bilerek üye olması zaten mümkün değildir; zira, şu ana kadar yapılanma, yönetilme, işleyiş biçimi, faaliyet alanı, gerçekleşmiş faaliyetleri, kurucuları, üyeleri ve yöneticileri tespit edilip hükme bağlanmış Ergenekon diye herhangi bir örgüt yoktur; ama olsun, nasıl ki kim ki ölü olarak ele geçirilmiş, işte o teröristtir, burada da kim ki evi-iş yeri basılıp özel eşya ve notları dahil, neyi var nesi yoksa emniyete götürülmüş, kendisi de Silivri’ye kapatılmış, işte o da Ergenekoncu’dur.
Ergenekoncular olduğuna göre mutlaka Ergenekon diye de bir örgüt, net olarak ne yaptığı belli olmadığına göre de mutlaka bir terör örgütü vardır; daha doğrusu mutlaka olmalıdır; zira Türkiye’de, hem de iftiharla, “servetime dil uzattı”, “karşımda ayağa kalkmadı, bakın ben de onu nasıl içeri attırdım” diyebilen, iş adamından gazetecisine kadar herkesi, üstelik şahıs da belirterek servetine el koymakla, işlerini bozmak ya da işinden ve/veya içeri attırtmakla, taraf olmazlarsa bertaraf olmakla tehdit eden, insanları –din, mezhep, soy-sop ve inançları üzerinden de- uluorta tahkir edip kitlelere hedef gösteren, yuhalatan, haklarında hiçbir hüküm bulunmayan insanları çeteci veya terorist ilan edebilen bir başbakan vardır ve ona malzeme lazımdır.
Başbakanın yaptıkları bunlardan da ibaret değil: Çirkeflik şahikası yasa dışı kasetlere sahip çıkıp onlar üzerinden ahlâk bekçiliğine soyunurken, aslında röntgenci-kayıtçı çetelerin suçuna iştirak etmiş oluyor; insanların nasıl ibadet yapıp yapmayacağına karışma yetkisini kendisinde buluyor -bu arada, kınanıp karşı çıkılması gerekenin insanların ezanı Türkçe veya Kürtçe anadilinde okuması değil, isteyenin istediği dilde okumasına yasak ve yaptırım getirilmesi olduğunu tabiî ki anlayamıyor-, BDP’lilerin Cuma namazını kadın-erkek bir arada kılmaları üzerinden en yakışıksız imalarda bulunuyor; çok yakın geçmişte bile Alevî katliamlarının yapıldığı, Madımak otelinde insanların yakıldığı bir ülkede Alevîliği yuhalatarak en başta ‘nefret suçu’ işliyor, iç savaş kışkırtıcığı yapıyor, laikliği ihlal ediyor.
En önemlisi, ‘İnsan’ı her türlü ırk, din, dil, cinsiyet farkının ötesinde eşit derecede değerli ve de değer yaratan bir varlık olarak gören Aydınlanma’nın binlerce yıl gerisinde kalmış bir zihniyetin içinden “yaratılanı severiz yaratandan ötürü” demeye devam ediyor, ‘şecaat arz ederken sirkatin söylemek’ misali bu şiarın kendisini ‘yaratan’a sığınmakla herkesi kesme hakkını kendisinde gören dinci teroristle aynı fotografın pozitifi ile negatifi (arabı) kadar aynîleştirdiğinin farkına bile varmadan.
Evet, başbakan, tiyatroda en ön sıraya oturup ‘şakkada, şakkada’ ciklet çiğnenmeyeceğini gerçekten de bilmiyordur ama, ‘bir işin/şeyin Allahı’ tabirinin ne anlama geldiğini mutlaka biliyordur ve buna rağmen Kılıçdaroğlu’nu “ yaradana dil uzattı” diye Alevî-yakar kitlelere hedef göstermiş; daha da vahimi, “her canlı ölümü mutlaka tadacaktır” sözü hakkında Binnaz Toprak’ın “sinir bozucu” demesini, bu ibareyi Tanrı kelamı olarak gören kitlelere “tiksindirici” şeklinde aktarmıştır ki, burada basit bir tahrifin çok çok ötesinde, halkın doğrudan doğruya kin ve nefrete sevk edilmesi söz konusudur.
Bütün bunlara bakınca, insan diyor ki, “iyi ki başbakanın karşısında Demirel veya Ecevit yoktu”; yoksa, onların da çocuk sahibi olmamalarını miting meydanlarına taşıyıp, asgarî edep ve hayâ sahibi herkesi infiale sürükleyecek imalarda pek âlâ bulunabilirdi. Vakıa, haddini bilmez beslemenin teki Devlet Bahçeli’yi hedef alarak bu türden bir seviyesizliğe tevessül etmedi de değil; ama, neyse ki pek ileri gidemedi…
Geçtiğimiz seçim süreci, işte böylesine lekeliydi. Şimdiyse, iyice çamura yatıp, seçilmişleri Meclis’e sokmuyorlar; dahası hiç mi hiç utanmadan “her şeyin çözüm yeri Meclis” diyorlar; sanki baraj rezilliğine sonuna kadar sarılan, hazine yardımı hırsızlığını daha da bir katmerlileştiren, birleşik oy pusulası kalleşliğini icad edip, bağımsız adaylık haracını bir kalemde 18 misli arttıran kendileri değilmiş gibi.
Ve birileri de hâlâ ‘PKK nasıl silahsızlandırılır’ diye formüller üretmeye soyunuyor, kemalistinden ‘ileri demokrat’ına, hangi kisve altında olursa olsun, bu devletin, Kürdü silahsız yakaladığında neler yaptığını, en son kombinezon olarak da oyunu şaibeli sayıp seçtiklerini zindana atar/zindanda tutarken, hüküm giymiş dinci teroristleri üzerine salmaktan medet umduğunu hiç mi hiç vurgulamaksızın.