Türkiye, d

"Türkiye, daha çok kan, daha çok gözya-I şı aksın diye mi uğraştı? Yoksa yıllardır kanı ve gözyaşını durduralım, bunun için mi uğraştı? Bunun için çabalıyorsan, bunun için gayret sarfediyorsan, buna bir katkı sağlıyorsan, ne korkuyorsun ki sen, niçin korkuyorsun?"

Bu sözleri Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, hafta sonunda katıldığı AKP Çubuk İlçe Kongresi'nde sarfetti. Çok da alkış aldı. Sözlerinden bir aktarma daha yaparsam, "Ne korkuyorsun ki sen, niçin korkuyorsun?" sorularının bağlamı da netleşecek: "Filistin'in, İsrail'in, Kudüs'ün, bütün bu coğrafyanın tapuları, arşivleri benim elimde... Arşivler, tapular, haritalar bizim elimizde. Gerçekler elimizde, ben mi ilgilenmeyeceğim?"

Anlamışsınızdır; konu HAMAS'ın Ankara ziyareti. Gül ziyareti eleştirenlere yanıt veriyor. Ben "Neden davet ettiniz?" diye soranlardan değilim. Ama, "Bu nasıl davet?" diye soruyorum. Çubuk'ta bir kongre salonunda "Ne korkuyorsun, niçin korkuyorsun?" diye cesaretle soranların cesaretle yanıtlamaları gereken sorular o kadar çok ki... AKP'deki toplantıya neden arka kapıdan girdiklerini, VİP kapısından Türkiye'ye soktukları konuklarını neden kargo kapısından gönderdiklerini, bütün masraflarını Dışişlerinin karşıladığı bir ziyareti Dı-şişleri'nin neden açıkça üstlenmediğini, doğru yaptığını savunan Başbakan'ın havaalanında HAMAS heyetiyle karşılaşmamak için neden mobilya mağazası gezdiğini, gelirken tercüman sağlanan heyete giderken neden tercüman sağlanmadığını cesaretle açıklamaları gerekiyor.

Gerekiyor da, bugün derdim bu değil. Başbakan yardımcısının "Ne korkuyorsun ki sen, niçin korkuyorsun?" sorusunu üzerime alındım ben. Bu ülkenin bir vatandaşı, daha önemlisi medyamızın bir mensubu olarak üzerime alındım. Üzerine sayfalarca yazılar yazdığımız Ebu Gureyb Cezaevi işkenceleri, günlerdir ekranlara taşıdığımız İngiliz askerlerin Iraklı çocuklara dayağı, o gürüntüler üzerine yazdığımız yazılar geldi gözümün önüne.

Sonra bazı isimler takıldı aklıma. Behçet Tutuş, Celil Aydoğdu, Mehmet Salih Akdeniz, Mehmet Şah Atala, Nusrettin Yerlikaya, Turan Demir, Bahri Şimşek, Şerif Avar, Hasan Avar, Ümit Taş, Abdi Yamuk... Tam ıı isim. ıı erkek. ıı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. 1993'ün 9 Ekim'inde, çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin, babalarının, köylülerinin yanında gözaltına alınan ve sonra adeta yer yarılıp da yerin içine girmişler gibi kaybolan insanlarımız. Fırat'ın kıyısında otlayan bir kuzudan bile kendilerinin sorumlu tutulması gerektiğini söyleyenlerin başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yaptığı bu ülkede, aynen Franco'nun İs-panyası'ndakiler, Pinochet'nin Şilisi'ndekiler ya da Salazar'ın Portekizi'ndekiler gibi kaybolan insanlar...

Ebu Gureyb için sayfalarca yazılar döktüren bizler, İngiliz askerlerinden dayak yiyen Iraklı çocukları günlerdir gösteren bizler, karikatürler için, Afganistan'da yapılanlar için sokaklara dökülen bizler, içimizden birilerinin bir gün bir dere yatağında toplanıp taranmalarına, tarandıkları yerde kurda kuşa yem edilmelerine, 11 yıldır kayıp ya da PKK'ya katılmış sayılırken, şimdi kemiklerinin kimlik tespitine gönderilmesine ne dedik, ne diyebil-dikki?

Bunları unutarak, yok sayarak, görmezden gelerek nasıl bir demokrasi kurabiliriz ki? Ey "Filistinlilerin tapuları bizde" deyip, "Ne korkuyorsun ki sen, niçin korkuyorsun?" diye soran yöneticiler... Kanlı canlı bedenlerinden geriye yalnızca kemikleri kalan o 11 insanın nüfus kağıtları da bizde değil mi? Sahi, "Türkiye, daha çok kan, daha çok gözyaşı aksın diye mi uğraştı? Yoksa yıllardır kanı ve gözyaşını durduralım, bunun için mi uğraştı?"