Benim meselem şu: gerek Alper Görmüş'ün '"bence" portreler' köşesindeki yazısı olsun, gerekse de Can Dündar'ın yazısı

Benim meselem şu: gerek Alper Görmüş”ün ‘“bence” portreler’ köşesindeki yazısı olsun, gerekse de Can Dündar’ın yazısı, “bence” hepsi de benim yazıma fena halde benziyorlar. Tabii, aklın yolu birdir de denebilir ama ben de hakkımı istiyorum artık. Kimseye intihal yaptınız demiyorum ama bundan sonra diyeceğim!

Tarkan hakkında tek bir yazı yazdım hayatımda. Övünmek gibi olmasın bu yazıda yaptığım benzetme, o kadar çok kişiye esin kaynağı oldu ki! Çok bereketli bir yazıymış, vesselam! Eylül 1994’te Yön Dergisi’nde çıkan yazımda Elvis Presley’le Tarkan arasında gördüğüm benzerliklere dikkat çekmiştim. İki sanatçının da kışkırtıcı bir cinsellikleri vardı. Elvis ikinci sınıf zencilerin rock’n’roll’unu, Tarkan ise varoşların Arabesk’ini pop müziğe taşımıştı. İkisi de hem büyük ilgi görmüşlerdi hem de büyük bir tepkiyle karşılanmışlardı. Bu yazıyı yazdığımda Tarkan daha megastar olmamıştı ve dünyaya açılmamıştı. O sırada Tarkan’ın galiba daha sadece 2 tane hit şarkısı vardı, o kadar. Mart 2000’de bu kez İngiliz Independent gazetesi “Türkiye’nin Elvis’e Yanıtı: Tarkan” başlıklı bir yazı yayımladı. Bunun üzerine Yön’de çıkan yazımı Post Express’in Ağustos 2001 tarihli dördüncü sayısında yeniden yayımladık ve Elvis’le, Tarkan arasındaki benzerliğe 6 yıl önce değindiğimizi belirttik.

Can Dündar benim bu yazılarımdan habersiz miydi bilmiyorum ama 16 Ekim 2001’de o da Elvis ile Tarkan arasında paralellikler kuran bir yazı yazdı. “1950’lerin ortalarında Elvis Presley Amerika için neyse , 200’ler Türkiyesi için de Tarkan o…” dedi Dündar. “…Tarkan'ın bir yönüyle 1950'lerin Elvis Presley'iyle çok benzeştiği söylenebilir”, demiştim ben Eylül 1994’te ve Ağustos 2001’de. Benzerlik büyüktü ama bir gönderme yapılmamıştı. Belki de Can Dündar da aynı benzerliği kendi kendine kurmuştu, bilemeyiz.

Benim yazımın çıkmasının üzerinden tam 16 yıl geçti. Birkaç gün önce bir doktor muayenehanesinin bekleme odasında otururken karıştırdığım Aktüel dergisinde (sayı 225; 2-15 Eylül 2010) Alper Görmüş’ün “‘bence’ portreler” başlıklı köşesini okurken, yazdığım yazıyla yeniden karşılaştım. Aynısıyla değil tabii ama içerik olarak çok benzeriyle. Bu dediğim yazının belli bölümleri için geçerli, yoksa Tarkan için sivil demek 40 yıl düşünsem benim aklımdan geçmez mesela. Alper Görmüş de Tarkan’la Elvis Presley arasında benzerlikler kurmuş. Spotta şu yazıyordu: “Tarkan Türkiye’de ‘ne olduğu belli olmayan’ Elvis Presley’in Amerikan toplumunda yarattığına benzer bir rahatsızlık yarattı”. Yazı içinde ise şu var: “Presley erkekti ama kalça sallıyordu, ne olduğu belli olmayan anarşik bir müzik yapıyordu; tutucu Amerikan medyası bu belirsiz şahsiyetin gençliğe kötü örnek olacağından korktu, onunla ciddi bir mücadeleye girişti.”

Bense şunları yazmışım 16 yıl önce : “Elvis de 50'lerde ortaya çıktığında tepkiyle karşılaşmıştı. Kabul edilmesi 60'lar ve 70'lerde oldu. Elvis'in de öne çıkardığı yanı, bugün Tarkan'ın yaptığı gibi cinselliğiydi. Elvis'in görüntüleri 50'lerin televizyon programlarında sansürlü olarak gösterilirdi. Çünkü kalça hareketleri fazla erotikti, cinsel çağrışımlarla yüklüydü. Bu nedenle TV'de Elvis gösterilirken kalçasının bulunduğu bölge siyah bir bantla karartılırdı… Tarkan da, Elvis de kadınsı bir güzelliğe sahipler (…) Erkek imajında bir dönüşümün öncülüğünü yaptılar, yapıyorlar.” Yazımda Derya Köroğlu’nden Yaşar Kemal’e herkesin Tarkan’ı yozlaşmanın simgesi olarak gördüğünü de belirtmiştim. Şimdi anlamak ve hatırlamak belki zor ama Tarkan gerçekten çok büyük bir tepki çekmişti. 12 Eylül en çok sözcüğün her anlamıyla ‘neşeli’ olmayı yasaklamışken, Tarkan’ın neşesi 12 Eylül yozlaşmasının simgesi olarak görülür olmuştu.

Neyse, benim meselem şu: gerek Alper Görmüş”ün ‘“bence” portreler’ köşesindeki yazısı olsun, gerekse de Can Dündar’ın yazısı, “bence” hepsi de benim yazıma fena halde benziyorlar. Tabii, aklın yolu birdir de denebilir ama ben de hakkımı istiyorum artık. Bundan sonra benim yazdığım şeyleri yeniden formüle edip yazacaklara söylüyorum: bana gönderme yapın! Görmüş, internetten derlediği yüz bin vuruştan çıkarak yazdığı yazısında ne güzel Fatih Özgüven’e ve Perihan Mağden’e gönderme yapmış. Bundan sonra bana da yapılsın! Artık bilmemek mazeretiniz olamaz, söylemedi demeyin. Kimseye intihal yaptınız demiyorum ama bundan sonra diyeceğim!

**
Haftanın filmleri

Bu hafta gösterime giren filmlerin dördünü gördüm. İçlerinde en iyisi “Ejderha Dövmeli Kız” ama o da sonuçta türevsel bir film. Birçok gerilim filminden, bir sürü öğe derlenmiş ve ortaya vasatı hiçbir zaman aşamayan bu film çıkmış ortaya. Yine de uzun süresine rağmen seyredilebiliyor.

“Paris’te Son Konser” kitlesel beğeniye hitap etmeye çalışan, ağır ve ağdalı bir dram. Ama güldürmeyi de ihmal etmiyor ve eski sosyalist ülkelerden görmeye alıştığımız biçimde fena halde anti-komünist propaganda yapıyor. Filme inanacak olursak 30 yıl boyunca eline müzik enstrümanını almayan insanlar hiç prova yapmadan virtüöz seviyesinde çalabilirler.

“Camino” adını kahramanı 11 yaşındaki kızdan alıyor. Bu filmde yobaz dindarlığa karşı çıkan bir öykü anlatıyor ama bağlandığı yer daha dünyevi bir dindarlık. Bağlanılan İsalar farklı. Yobazlar kutsal, tanrının oğlu İsa’ya bel bağlarken, film kanlı canlı İsa (Jesus) adlı bir delikanlıda karar kılıyor. Bir garabet olmakta kurtarmıyor bu da filmi. Kanserden ölen genç bir kızı izlemek sinir yıpratıcı. Film bu acıyı kanırta kanırta yaşatıyor seyirciye.

Haftanın tek Türk filmi “Büyük Oyun” ise fazla şematik. Iraklı bir Türkmen kadının intihar bombacısı olmaya giden hikâyesi. Maalesef olmamış.