Yalanlarla ne kadar yaşayabiliriz? Aramızdaki en dürüstlerin, aslında kendi yalanlarına sonuna kadar inanmış büyük yalancılar olabileceğini hiç düşündünüz mü? Arno Gruen,...

Yalanlarla ne kadar yaşayabiliriz? Aramızdaki en dürüstlerin, aslında kendi yalanlarına sonuna kadar inanmış büyük yalancılar olabileceğini hiç düşündünüz mü? Arno Gruen, 'Normalliğin Deliliği' adlı kitabında aşırı normalliğin aslında tehlikeli bir delilik türü olabileceğini göstermişti. John Fowles'un 'Koleksiyoncu' adlı romanında "o kadar sıradandı ki, olağanüstüydü" diyen roman kahramanının dehşet dolu sesi çınlıyor kulaklarımda hâlâ. Nedense televizyonlarda ünlülerin katıldığı programlara ve televizyon dizilerine bakınca, o dehşet dolu ses daha bir güçleniyor: "Tanrım, o kadar sıradanlar ki, olağanüstüler!"

Sıradanlığa tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok pirim verilmemişti sanki. Ve insanların, sıradan-laşmayı arzular hale gelmesinin ne kadar dehşet verici olabileceğini, faşizmin kitleselleştiği dönemlere bakarak görmek defalarca mümkün olmuşken... Sıradanlık çoğaldıkça, faşizm de yükselmiş hep. Tektipliliğin, her şeyde tekliği savunmanın, tekliği korumak adına normlar (yalanlar) belirlemenin ve insanları o normlara girmeye zorlamanın ya da özendirmenin dehşet verici durumlarından nedense kimse korkmuyor.

En büyük ve tehlikeli yalanlar, acaba insanın kendisine söylediği yalanlar mıdır? Peki ya bu yalanlar, kültür ve ideolojik aygıtlar tarafından kodlanarak üretilmiş ve varoluşumuza enjekte edilmişse... Yoksa bir işkenceci, nasıl olur da işkence yapmaya devam edebilir, kendisine yalanlar söylemek-sizin. Din ya da başka bir şey için birisi, o yalanlar olmaksızın nasıl cinayet işleyebilir. Herkesin mutlaka kendisine söyleyebileceği ufak tefek yalanları vardır. Ama ya büyük yalanlar... Onları ne yapacağız? Ülkeyi yöneten bir lider, halkına yalanlar söyleyebilir. Ama ya o lider Hitler gibi, söylediği yalanlara kendisi daha fazla inanıyorsa? Gerçekleri konuşmak, bugün çok daha zor ve her tür siyasal, kültürel engelle kuşatılmışsa. Sanatçılar, politikacılar, bilim insanları, gerçeklik diye kabul edebileceğimiz yalanlar üretmeye zorlanıyorsa. Ve gerçeklik, bugün daha erişilmez ve ancak arkeolojik kazı yapar gibi, kültürde ve sanatta yoğun çalışmalarla ortaya çıkarılabilir bir şeye dönüşmüşse.

Emile Ajar'la buluşmak için Beyoğlu'ndaki otele giderken, aklımda bunlar vardı. Ajar'ın 'Yalan-Ro-man'ı bana bunları düşündürtmüştü. Roman, elbette sadece bunlardan bahsetmiyordu. Ama güçlü romanlar, her zaman, bahsettiklerinden daha fazlasını düşündürtmezler mi?

Geçen haftaki yazımda, Emile Ajar'la karşılaşacağımdan bahsetmiştim. Ajar'ın aslında Romain Gary olduğunun intihar notunun bulunmasıyla anlaşıldığını, iki farklı isimle romanlar yazıp ödüller aldığını, Jean Seberg'in bir dönem kocası olduğunu filan... Evet, arkadaşımın dediği gibi, Romain Gary, yani Emile Ajar gerçekten de ölmemiş. Otelini arayıp re-sepsiyoniste "Emile Ajar'la görüşmek istiyorum" dediğim zaman, gerçekten de Emile Ajar'la konuşacağımı yine de düşünmemiştim. "Buyrun. Kimsiniz?" diyen ses, acaba onun sesi miydi? "Ben romancı Emile Ajar'la görüşmek istemiştim" dediğimde, karşı tarafta yaşanan uzun sessizliğin, aslında yazarın da benzer bir şaşkınlık yaşadığı anlamına mı geliyordu? "Ben Emile Ajar olduğum kadar, Emile Ajar değilim de" demişti telefondaki ses. Benimle bir kelime oyunu mu oynuyordu, yoksa bir şey mi anlatmaya çalışıyordu, anlayamamıştım önce.

Otelin merdivenlerini çıkarken türlü türlü kuşkular geziniyordu zihnimde. Lobiye girip, pencere kenarında oturan, başında şapkası, ağzında piposuy-la elindeki gazeteyi evire çevire okuyan bu adamın Emile Ajar olduğunu, bakışlarından taşan muziplikten anlamıştım. O romanı, ancak böyle tuhaf bir adam yazmış olabilir diye düşündüm.

"Sizi öldü biliyorduk" dedim, "bu benim için büyük bir sürpriz oldu." "Kimi?" dedi. "Sizi, yani Emile Ajar olan sizi." "Benim öldüğümü kim söylüyor. <len sadece Romain Gary'di." "Lütfen eğlenmeyin benimle. Romain Gary ve Emile Ajar'ın aynı kişi olduğunu tüm dünya biliyor artık. Hatta kitaplarınızda bile bu bilgi yer alıyor." Ajar, güçlü bir kahkaha attı. "Romain, giderayak size ve bana küçük bir şaka yaptı. Romanımı okuduysan, ben bir piton da olabilirim, İran Şahı da, ama Romain olamam. Onun olmadığı her şeydim ben ve o benim olmadıklarımdı. Ama itiraf etmeliyim ki, o öldüğü için ben de ölmüş sayılabilirim. Yani Emile Ajar olmama rağmen, değilim. Size telefonda da söylemiştim. Siyah yoksa, beyaz var mıdır? Yaşam yoksa, ölüm var mıdır? Biz, Romain'le öyleydik işte."

"Bir arkadaşımın tavsiyesiyle 'Yalan-Roman' adlı kitabınızı okudum. Bir akıl hastasının zihninde geçiyor her şey. Durmaksızın yalanlar söyleyen bir deli... Yalanların ironikve metaforik yapısı, daha çok insanları kendi yalanlarıyla ve gerçeklik diye dayatılan yalanlarla yüzleşleştirmeye yarıyor." "Ve eğlendirmeye" diye sözümü tamamladı Ajar. "Bu eğlenme de daha çok, dalga geçmek üzerine kurulu. Her şeyle dalga geçen bir roman. Hatta kitap, okurla ya da yaşamla dalga geçerken, kendisiyle de dalga geçiyor." "Doğru. Ama romanda okuduysan, Macoute Dayının bana ne dediğini de biliyorsundur: 'En büyüklerin yaptığını yap. Bok ye. Başyapıtlar böyle ortaya çıkar. Pinochet'den, Cl-A'den, toplumdan ve ortaklarından, acından nefret etmekten sakın. Koru kendini. Kolaylıkla romana dönüşebilir, o zaman da yalnızca insan olmakla kalmaz, çok daha iğrenç olursun.' İşte ben, bu romanda bunu yapmadım. Başyapıtlar olacağına Pinochet olmasın. Anlıyor musun beni?" Sonra da kahkahalar atarak masadan kalkıp uzaklaştı. "Yalan-Roman", böyle bir şeydi işte... Kahkahalar atıp, uzaklaşan...