Ekonomi dışa açılıyor' diyerek yola çıkıldı. Önce, 1980'den itibaren ticareti açtık. Ticaretle de dünyaya

Ekonomi dışa açılıyor' diyerek yola çıkıldı. Önce, 1980'den itibaren ticareti açtık. Ticaretle de dünyaya açıldık. Bunu turizmle açılma dönemi izledi.

1989'da sermaye hareketleri üzerindeki denetimi kaldırdık. Böylece, uluslararası vurkaç-cı sermayeye yüksek getiriler sağlayarak dışardan kaynak girişlerine bel bağlayan bir ekonomiye dönüştük. Dolar bazında yüzde 30'u aşkın yıllık reel getiriler ödedik. Borsanın yükseliş trendlerinde bu getiriler yüzde 6o'ı aşan boyutlara ulaştı. Yükselen piyasa olarak finans spekülatörlerinin, büyük fon yöneticilerinin, ulus aşırı şirketlerin, büyük siyasi güçlerin "aferin çocuğu" olduk.

Kısa vadeli sermaye girişleri girerken iyiydi; talebi ve ekonomik büyümeyi destekliyordu. Ancak borç yaratan bu sermaye girişleri ekonomiyi dışa bağımlı kılmakla kalmıyor, kriz dönemlerinde yoğun sermaye çıkışlarına neden olarak krizlerin dip noktasını iyice aşağıya çekiyordu. Bu nedenle, daha önce görülmedik şiddette üç kriz yılı (1994, 1999 ve 2001) yaşandı. Sonuncusu, doğrudan doğruya IMF programının bir uzantısı olarak yaşandı ve gene IMF programı içinde kalarak çözüm arandı.

Dışa açılan ekonomide 2000'lerde yeni bir aşamaya gelindi. Dıştan dayatılan sözde reform özde deform yasalarıyla yasama bağımsızlığı iyice aşındırıldı; sosyal hak tayınlama-ları dur durak bilmedi. Ekonomide kamu işletmeciliği tamamen gözden çıkarıldı, yapılabildiği ölçüde de talan edildi.

Bu yeni aşamanın önemli özelliklerinden biri de yabancılara mülkiyet satışları hakkının karşılıklılık ilkesi dahi gözetilmeden tanınması oldu. Yabancı sermaye girişlerinin bir bölümü Türkiye'deki gayrimenkullere yöneldi. Ege ve Akdeniz kıyıları eski yapılaşmaların el değiştirmesi ve yeni yapılaşmalara sahne olmaya başladı.

Gene bu aşamanın önemli bir özelliği olarak, krize giren ve 21 bankası tasfiye olan bankacılık sisteminin giderek yabancı bankaların eline geçmeye başlaması oldu. Son yabancıya satışlarla birlikte, özel bankaların yüzde 47'si yabancıların kontrolüne geçmiş oluyordu. Özelleştirme yanlısı olmakla birlikte, Eski Hazine Müsteşarı ve TEB Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Canevi bile, "yabancılara satış, Türk Bankacılık sisteminin yüzde 50'sini aşmamalı" diyerek bir sınır koyma ihtiyacını duyuyor ve Ziraat Bankası ve İş Bankası sayesinde bu sınırın korunabileceğini söylüyordu. Oysa, Ziraat Bankası ve Halk Bankası, IMF'nin talebi üzerine alındıkları özelleştirme kapsamından çıkarılmış değiller. AKP zihniyeti şimdi bu bankaları bölerek veya farklı biçimlerde ambalajlayarak yabancıya satış için uygun kıvama getirmeye çalışıyor. Eğer Ziraat ve Halk Bankası da yabancıya satılırsa, Türk Bankacılık sisteminin yüzde 70'i yabancıların denetimine geçmiş olacak. "Küreselleşme" adına gelişmiş ülkeler benzer politikalara acaba neden başvurmazlar? Bizimkilerden daha az liberal oldukları için mi yoksa daha fazla ulusal çıkar kovaladıkları için mi?

Yabancılara satışın bir derde deva olduğu da sakın sanılmasın. Son mini krizin şimdilik (Mayıs sonu itibariyle) sadece kamu maliyesi ne ek yükü 4,5 milyar YTL (E. Yeldan, Cumhu riyet, 31.5.06). Ekonomiye olan toplam yükü kuşkusuz bunun çok üzerinde. Böylece TÜP RAŞ'tan elde edilen özelleştirme geliri bir kü çük çalkantıyla elden gidiveriyor. Zaten özel leştirme gelirleri, 2005 ve 2006'daki yüksel miş düzeylerine rağmen bütçenin borç faizi ödemelerinin yarısını bile karşılamıyor.

Yaşadığımız çeyrek yüzyıllık süreç sonucunda, dışa açılan ekonomimizin artık dıştan kapatılma aşamasına gelmiş olmasıyla iftihar edebiliriz!