'Büyüklere' masallar satanın tekiyim ben ve bu masalın gerçek mealini öğrenmek için ayak diretenlerin kapısında bekliyorum yüzlerce gündür

Çok uzadı memleketin avlularında bitmek bilmeyen o "beyaz örtülü" ayinlerin gözleri sağır, kulakları kör eden yankıları... birileri geldi ve mavi bulutlarını ülkemin, açmaz düğümleriyle baş göz edip o serinkanlı yağmurları kendi suyuna hasret bırakmayı becerdi sonunda... ama çakal yağmuru deriz bizler buna, yağmurun dini yoktur ve toktur karnı kimi serkeş dualara ve kafirin tekidir rüzgar, canı ne vakit isterse o an eser bu yeşili biraz solmuş adayı kumdan bir çöle dönüştürüp, kimilerinin dünya nimetlerini (!) doymak nedir bilmeden savurup gülüşerek bölüşme düşleri kurmalarına inat... kötü bir masal gibi, değil mi... büyümüş bedenlere masallar satarım ben ve her masal bir trajedidir gerçekte... kırmızı başlıklı küçük kız, ormanlarda yolunu kaybeder ve başlığı şekil değiştirir, değişmesi de şarttır zira zorludur ormanın derin karanlıklarından düze çıkmak... kırmızı başlıklı küçük kız hak yolunu bulmuş ve gerçek bir mümin olmuştur sonunda, başında 550 YTLdeğerindeki Louis Vuitton marka kiraz renkli türbanı, kırmızı topuklu davetkar pabuçları ve Burberry marka alev rengi peleriniyle süzülür sözde büyükannesinin huzur veren kollarına... ve o bereketli toprakların fakir köylüleri boyun bükerler bu amansız gidişe... "bizim kırmızı başlıklı kızın harcadığı bu parayla doyardı oysa tüm orman halkının karnı" diye iç bile çekerler çaresizlikler içinde... "Büyüklere" masallar satanın tekiyim ben ve bu masalın gerçek mealini öğrenmek için ayak diretenlerin kapısında bekliyorum yüzlerce gündür... Çankaya'nın ayazı keskin ve her kış mevsimi biraz daha çetin geçecek gibi... "Haziran'da ölmek zor" demişti ya hani şair, bilirmiş gibi olacakları önceden... zordu ölmek gerçekten ve temmuz ayının ortasını biraz geçmişti zaman, "keşke yüreklerimizi sağır etseydik de bizim şairin o dizesini yok saysaydık, ölmekten beter olduk" demiştik içimizden... "biz işte tam da o Haziran'da ölseydik ve görmeseydik bu günleri... ve hatta hiçbir şeyi... görecek ne kaldı ki..."... sırça köşkün avlusuna bedava fısıldamaya razı olduğum bu küçük masalın şanslı alıcıları birer çetin cevizmiş meğer, kış ortasının keskin ayazlarından bile çetin... ama yok öyle hemen pes etmek, bu masal gerekirse haykırılacak caddelerinde bu kurak bakışlı kentin... ve ben, bozkır kedisiyim bu köhne caddelerin... belki de başa gelecek en buruk talihsizlik bu başlarımızın üzerinden esen... "ayrı masallara inanmak"... oysa nasıl da hasret kaldık, komşu masallara uzanıp yıldızlara göz kırpmaya... ve nasıl da sevdi kimileri, masalları bile bozgunlara uğratıp bizleri karanlıklara sürgün etmeleri... kırmızı başlığını o ince bileğine takıp saçlarını kutsal kitaba ayraç yapan o yalnız kızım yine ben... ve çocukluğumun hüzün çiçeklerinin ağrılarını dindiren o sahici masalları sizi hiç sevmedi, bayım... zaten siz de beni hiç sevmemiştiniz... hatta nefret bile etmiştiniz o sade görüntümden, zira siz benim kırmızı başlıklı kız masalımı değiştirmek adına bu denli diktatör bir duruşla beni olmadık ve asla da olamayacak o sahte suretimle hayal ederken, hiç buyurmuşluğum olmamıştı benim size, ille de çiçekli basmadan bir entari giymenizin ve dahi bende görmeyi direttiğiniz o türbanı sizin de takmanızın ölümüne mecburi bir ibadet olduğu üzerine... Tanrılar maço değil, bayım... ya da porno film endüstrisine hizmet eden bir ucuz yönetmen... zira şart ko-şulduğunu ileri sürdüğünüz o örtünme emriyle, beni çırılçıplak kalmaya zorlamanız nasıl da benziyor birbirine... siz de bilirsiniz, kadın doğmak şanssızlığıyla (!) bu coğrafyanın inanan (?) erkeklerini tehdit altında bırakmamak uğruna çuvallara girmek zorunda bırakılan ya da isteyerek ama yine kadınlığını kullanarak çıplak pozlar vererek yaşamayı tercih edenler, "Duyduk duymadık demeyin! Ben kadınım! Sizlerin dikkatini çeken o dişiyim ben, bakın nasıl da örtünüyorum yahut nasıl da şenlendiriyorum o erkek göz bebeklerinizi sizler için pazarladığım tenimle ve üçüncü sayfaya yerleştirilen o yarı çıplak bedenimle!..." halleri hiç farklı görünmüyor bir diğerinden... olur ha ben bile belki bir gün, hiç beklemediğiniz kadar etkilenebilirim saç tellerinizden... meğer ben de bir insanmışım ve hatta nefes alıp verebiliyormu-şum... nasıl da ürküten bir olasılık, değil mi bayım... size çok kötü bir haberim de var, biz dişi olanları da cezbeden erkekler var, o halde, ne yazık ki benden üstün değilsiniz ve sizin de "namahrem" (!) yerleriniz var... ne eşinizin sizi beğenmeyerek ne de kızlarınızın birlikte yaşamak adına seçtikleri erkeklerle hiç hoşlanmayarak zorla evlendiklerine kimseler inanmıyor... sizin dünyanızda, kimseler hiçbir kadını zorla alıkoymuyorlar kanımca... üstelik, her gün yayınlanan bir çöpçatan programında, stüdyoya koşup eş arayan erkekleri kapma telaşında en ön sırada yarışanların çoğu hep türbanlı kadınlar, bayım... "müslüm'den çok etkilendim" diyor fosforlu yeşile çalan türbanıyla gelen hanım kızınız... "ibrahim'i görünce kalbim attı ve hala hızla çarpıyor, tam hayalimdeki erkek" diyor şeker pembesinden türbanının altından o çapkın bakışlarıyla sürmeli gözlerini devirerek genç adamın geniş omuzlarının gölgesine... bu işte bir terslik var... ya tüm örtünen ve inanan (!) kadınlar tecavüzcülerini arıyorlar ki bu sonu olurdu bu dünyanın ya da onlar da aynı zevki alıyorlar sizin yalnızca erkeklerin sahip olduğuna inandırma çabalarınızın aksine, ki ikinci seçenek ne yazık ki gerçek olan... ne kadar hazin... biraz mantık ve akılcı bir bakış, ve hepsi bu!... aklıma gelmişken... "inanan" bir erkeği neresinden tanıyacağım sahi ben? Neresini neyle örtüyor ve ben neden göremiyorum? Bu neye benziyor, biliyor musunuz bayım... karşı cinsle ilk yüz göz oluşunu para karşılığı yaşayan ve evleninceye kadar da bunu ve benzerini yüzlerce defa yaşayıp da evleneceği kızdan kendinin çoktan kaybettiği o artık her ne ise, onu şart koşmasının o açması ve gariban duruşuna benziyor... "sen benim ilk kadınımsın" diye bir replik yok hiçbir türk filminde... olsa bile, bilinmiyor... bu işte bir terslik var...

Tanrılar zalim değil, bayım... o çoğul ekini koymam ise çok doğal, zira herkesin inandığı Tanrı başka olma özgürlüğünü de beraberinde getirir fikrimce... ve herkesin inancı, yine bir tek kendine... kiminin tanrısı bir ebemkuşağı, kimi dağların eteklerine yakar ağıtlarını, kimi bahçesinde biten gül ağacının köklerinden aldığı bir tutam toprağı koyar dibi delik cebine ve adımlarını attığı fakir yollara emanetidir ekinlere bereket saydığı duaları ve o dikensiz memleketi düşleyerek "keşke"lerini sürükler yorgun bedeniyle; kimi unutur yaşadığını ve bir somun ekmeği tanrısı beller doyurduğu için az da olsa yavrularının aç karınlarını... Tanrılar zalim değil, bayım... kimi annesinin sesini hüzünlerden uzak bir gülümsemeyle duyabilmeyi tanrısı beller ve ölümüne korkar o sıcacık kucağı kaybedip tanrısız kalmaktan günün birinde, kimi yalnız sayıklayan denizkızla-rı bir başına bırakılmış olmanın çaresizliğiyle can çekişir ve bir dalga boyunun çok geç olmadan yetişip denizlerin orta yerine usulca bırakacağı avuntusunu tanrıdan sayar bir çölün ortasında kururken o gümüşten ağıtlar yakan bedenini; kimi ise gerçekte bir kadınla bir erkeğin yalnızca ayrı uzuvlara sahip olduğunu ve eşit örtünmelere ve dahi aynı soyunmalara doğduklarını çok iyi bilen o aklı selim tanrının düşlerine boyar şimdilerde karalar bağlamış memleketini...

Bir zamanlar, yoksul damların altında o hiç okul yüzü görmemiş ve solgun yüzleri yalnızca ezan seslerine doğmuş kimileri, bir çuval pirinç uğruna öpmüştü elinizi ve tanrı bellemişti verip de tutmadığınız o sözlere boyunlarını büküp, sizi... şaka değil, sahiden de örtünmek zamanı, bayım... hemen, şimdi!... geceleri açlıktan uyku tutmayan yoksul mideleri doyurarak "örtmek" zamanı şimdi... mideler de saç telleri gibidir, kadınlarda da erkeklerde de aynı açlık tehlikesinin uçurumlarında gezinir ve yine o aynı eşit "tok örtünmelere" muhtaç oldukları söylenir... nice tersane işçilerinin ve tüm emekçilerin ve analarından ayrı düşmeyi reddeden çiftçilerin o çileli hayatlarının onulmaz acılarını sonsuza dek yok edip "örtmek" zamanı şimdi... kimi ayetleri bunca yıl bekletip de şimdi ansızın o mazeret kağıdının hemen ilk satırına mühürlemenize neden olan o malum "beyaz örtüyü" olabildiğince açmak zamanı şimdi... Bir zamanlar, açlıktan kaybettikleri aklı selim hallerinden ve okuma yazması olmayanların bile belki de sadece ısınmaya muhtaç bedenlerini fazladan bir ikinci el yamalı hırkayla bile "örtmeyi" yeterli bulacak kadar kanaatkar birileri, bir çuval pirinç uğruna medet ummuştu sizden ve nöbet değiştiren bir tanrı bile yaratmıştı sizden ve üç çuval patatesten... sandığınızdan çok daha büyük günahlar işleyecek kadar barksız dualar birikti ve taştı o "örtüsüz" ve ayakları çıplak bedenlerden... kimileri, olmadık tanrılar besler yanmayı unutan ocakların buz kesen yoksulluğunda... sahi, şimdi anlar gibiyim... ateşten korkmanız bundan!