Her savaş, başlamadan önce, yalanlarla başlar." En son, Macar düşünür Ivan Nagel'ın, "Yanlış Sözlük - Yüzyılın Başında Savaş ve Yalanlar" adlı kitabında...

Her savaş, başlamadan önce, yalanlarla başlar." En son, Macar düşünür Ivan Nagel'ın, "Yanlış Sözlük - Yüzyılın Başında Savaş ve Yalanlar" adlı kitabında rastladığım bu söz, kim bilir daha kaç insanın dilinde ve kaleminde daha kaç farklı şekilde ifade bulmuştur. Savaş ve yalan arasındaki uğursuz birliktelik, savaşa dair kadim hakikatlerdendir. Sayısız edebiyat eserine de konu olmuştur bu hakikat. Önümde mesela Polonya kökenli Amerikalı yazar Louis Begley'in bir kitabı var, adı "Savaş Yalanları". İkinci Dünya Savaşı'nın en sıcak günlerinde, sekiz yaşındaki Yahudi bir çocuğun hayatta kalabilmek için varlığını, dinini ve ailesini reddetmek zorunda kalışının öyküsü anlatılır bu otobiyografik romanda.

Savaş ve yalan arasındaki yıkıcı ittifakı en çarpıcı tasviri için, Erich Maria Remarque'nin "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" adlı eserine bakmak ve hep yeniden bakmak gerekir. Savaşta sadece bedenlerin değil, ruhların ve hakikatin de öldüğünü anlatır Remarque.

George Orwell'ın "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ünde, Doğruluk Bakanlığı'nın pırılı pırıl beyaz betondan piramit biçimindeki yüksek binasının cephesinde süslü harflerle şu sloganlar yer alır: Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir.

Savaşın gerçeğine dair son olarak, Antonio Munoz Malina'nın "Savaşma Arzusu" adlı eserini anmak istiyorum. Genç kuşak İspanyol edebiyatının bu parlak yazarı, askerlik anılarını aktarır bu kitapta. Daha fazla bilgi vermeyeceğim kitap hakkında; hararetle tavsiye etmekle yetiniyorum.

Yalanın, kendi gerçekliğini yaratma gibi bir gücü, uyuşturucu bir cazibesi vardır; kör edici bir ışın yayar. Yalanı yaratanlar ve yayanlar bile, bir süre sonra inanmaya başlarlar kendi yalanlarına.

Sonra biri çıkar, "Kral çıplak!" der ve birden söner ışığı yalanın; kendi utancıyla kalakalır yalan tayfası. Hemen her zaman ya çocuklar ya da kadınlar haykırırlar bu sözü.

Gelelim "en son savaşımıza"; şu "sınır ötesi harekâta". Savaşa ve yalana dair bir asırlık birikimi bir hafta içinde tedris ettik hep birlikte. Şimdi utanma zamanıdır; becerebilirsek utanmayı "makus talihimizi" değiştirmeyi de becerebiliriz.

Yalanın yarattığı yıkım, yalanın tahakkümünü yıkmaya ve hakikatlerimizle yüzleşmeye vesile olur belki. Kabahati ve sorumluluğu başkalarına havale etme sefaletinden sıyrılmayı deneyebiliriz belki. Meselelerimizi birbirimizle konuşmaktan kaçtıkça, başkalarının kucağına düşmekten kurtulamayacağımızı anlayabiliriz belki. İnsan hayatı üzerinden küçük hesaplar yapmanın, hayatlarımızı nasıl kararttığını görebiliriz belki. Şu kara kışta kara düşen her kan damlasının, hepimizin alnına bir kara lanet olarak yapıştığını fark edebiliriz belki.

Yıllardır süren bu savaşın en büyük hakikati, hepimizin yenilmesidir; zafer diye bir şey yoktur bu savaşta; kayıp vardır sadece ve her kayıp hepimizindir.

"Yeni bir dil yaratmak zorundayız." Kaç kere tekrar ettik bu sözü, ama bir türlü varamadık hakikatine. Geldiğimiz yer, ölümün dilini sinik bir sözlüğe, bir "yanlış sözlüğe" dönüştürmek oldu ancak. "Etkisiz hale getirmek, kırım, kalpgâh" diye sıralanıyor şimdi bu sözlüğün maddeleri. Canlarımız ve ruhlarımız, dilimizle birlikte alınıyor bizlerden. Oysa, "söze sahip olabilseydik, dile sahip olabilseydik, silahlara gerek duymayacaktık" diyor Bachmann haklı olarak.

Şimdi bir imkân var önümüzde; savaşın yalanından barışın hakikatine uzanmak için büyük bir imkân. Yürekli bir kadının, Bülent Ersoy'un çığlığında simgeleşen bir imkân: "Ölüm değil, çözüm istiyoruz!"

Yeni dünyayı kadınların dili kuracak; kadınların dili kurtaracak bizi yalanın kahredici tahakkümünden. Ölümün acısını en çok kadınlar hissettiği için, hayatın dilini de kadınlar öğretecek bize. Gelin, bunun nasıl olabileceğine dair büyülü bir meseli, "Hatırlayan Ağaç"ı hep birlikte dinleyelim Eduardo Galeano'dan:

"Yedi kadın daire olmuş oturuyor.

Humberto Ak'abal çok uzaklardan, köyü Momestenango'dan onlara bir sedir ağacının eteklerinden topladığı kuru yapraklar getirmişti.

Kadınlardan her biri bir yaprağı kulağına yaklaştırıp parmaklarında yavaşça ezdi. Böylece ağacın belleği açıldı:

Biri kulağına esen rüzgarı hissetti;

öteki ağır ağır salınarak düşen yaprağı;

öteki, kuşların bir kanat çırpışını;

diğeri kulağında yağmur yağdığını söyledi;

öteki, bir hayvanın koşusunu dinledi;

diğeri seslerin bir yankısını;

ve diğeri adımların ağır ağır uzaklaştığını..."