Öykü Anadolu’nun o suyu,yeşili bol, verimli topraklarından, sessiz, kendi halinde bir köşecağızında geçer. Yukarıavşar’dan Sarı Galip ve oğullarının öyküsü..

Sarı Galip, verimli tarlaları, meyve bahçeleri, koca damında büyükbaş hayvanları, köyün sürüsüne kattığı her baharda sayısı artan koyunları, traktörü, iş makinaları, sevdiği bir karısı ve iki oğlu ile halinden memnun, karamelize bir  hayatı tadını çıkara çıkara sürdürmektedir.  

Köy Anadolu’nun bir köşecağızında dediysek de yüzyılın hemen hemen her olanağına sahip bir köydü. Koca koca kentlerin pek çok yöresinden daha hızlı bir internet erişimine, her köşeden çeken cep telefonlarına sahip köylüler akşamları plazma televizyonlarda en son dizileri seyretmekteydiler. Köyün meydanını çevreleyen kahvelerde gençler, iphone ve blackberrylerinin son versiyonlarını birbirlerine göstererek neskafelerini yudumlamaktaydılar. Öyle ki, köyün delisi bile çakma bir smartphone sahipti. 

Sarı Galip’in oğullarının bir ayakları kenttedir. Sık sık kente iner, sinemaya, maça falan giderler. Oğullardan Hasan, bir gün babasının karşısına geçer ve bu köyde bir geleceği olmadığını, köylülerin ne uzadığını ne de kısaldığını, her şeyin yerinde saydığını söyleyip kente göçme niyetini ortaya atıverir. Sarı Galip’in  bu talebe canı çok sıkılır, ancak oğlunu bir türlü ikna edemez. Çaresiz, birkaç parça tarla tapan satılır, birikmiş üç beş kuruşa eklenip Hasan’a sermaye olarak verilir. Hasan kentte bir arkadaşı ile oldukça yabancısı olduğu bir işe, reklam işine girer. Kentin büyük büyük bilbordlarına her geçen gün yenileri eklenmekte, güzelim kent peyzajlarının, salkım söğütlerin, kışın beyaz kar örtüsü altında kırmızı kırmızı patlayan ateş çiçeklerinin önleri hep o devasa bilbordlarla perdelenmektedir. Yeşile, çiçeğe vereceğiniz dikkatinizi bu devasa bilbordlarla perdeleyen kapitalizm, arkadan dolaşıp basketi çembere bırakıverir. Savunmanızı çökertmiş, maçı çoktan kopartıp gitmiştir.

Bu bilbordlar geceleri ışıl ışıl olup gözünüzü öyle alır ki başka bir şey göremezsiniz.

 

Hasan ve eşinin hayatı kentte pek çok değişikliğe uğrar. Geliri fena değildir, ancak giderlerine de bir türlü yetişememektedir. Köydeki o küçük gardrobunun yerini duvardan duvara sürgülü bir gardrop almıştır. Pantolonlar, gömlekler, kravatlar, etekler, elbiseler vd.,vd….

Köyde,  kimi potur, kimi kot pantolonla haftalar boyu idare ederken artık her gün değişen ütülü gömlek, kravat ve jilet gibi ütülü pantolan ile dolaşmak durumundadır. Eşi Döndü ise şalvarı evde bile giymemektedir. Çeşitli boyda etekler, elbiseler, pantolonlar, mantolar, fularlara her geçen gün bir yenisi eklenmektedir. Yılda bir yada iki kez ancak giyilen gece elbiseleri de cabası… Ev işlerine yardıma gelen kadın hariç Döndü’nün de elinden ütü pek düşmemektedir. Köydeki onbeş liralık elektrik faturası kentte yüzonbeş liraya çıkmıştır örneğin…

Kentteki tüketim çılgınlığı köye beş basmıştır anlayacağunız. Kentin ivedi yaşamı, kirli havası ve zamanı insanla birlikte ayırt etmeksizin tüketen tantanası yavaş yavaş sıkıcı olmaya başlamıştır. Köyde iken Döndü’nün ısrarla ısmarladığı beyaz ekmek bile artık bıkkınlık vermiş köy ekmeğini arar olmuşlardır.

Kentte  günler böyle geçerken köyden bir telefon gelir. Hüseyin, köye can veren Deliçay’a deligömleği giydirdiklerini söyler. Memleketin elektrik gereksinimi artmaktadır ve yeni yeni santrallara ihtiyaç vardır.  İşte bunlardan bir miktarı da  köyden geçen Deliçay üzerine kurulmaktadır. Hüseyin, yeni yapılan santrallara su yetmediğini,  can suyu diye verdikleri suyun devede kulak kaldığını, ürün alamaz olduklarını yakına yakına dile getirerek reklam işine girmek üzere haftaya kente geleceğini haber vermektedir. Hasan’ın, işlerin hiç de sandığı gibi olmadığını , köyde kalması gerektiğini söylemesi bir fayda vermemiş, Hüseyin ikna olmamıştır.

Hasan, telefonu kapar, televizyonun karşısına oflayarak oturur, “ Ne kadar ayrıcalıklı olduğunuzu ve siz ayrıcalıklı kişilere sunulan eşsiz fırsatları” döne döne anlatan bir reklam kuşağına kendini bırakır…