En baştan söylemeliyim bu yazının müsebbibi Haluk Şahin'dir. Kendisi iki aylığına gittiği Amerika'dan Türkiye'nin nasıl göründüğünü...

En baştan söylemeliyim bu yazının müsebbibi Haluk Şahin'dir. Kendisi iki aylığına gittiği Amerika'dan Türkiye'nin nasıl göründüğünü anlattığı yazısında şöyle diyordu:

-Ülkeler televizyon kanallarıyla temsil edilse Türkiye'ye en çok Digitürk'ten yayın yapan "Extreme Sports" yakışırdı!

Haluk Hoca şöyle devam ediyordu:

-İnsanların motosikletlerle otobüslerin üzerinden uçtukları, kayakla uçurumlardan atladıkları bir kanal olurdu, Türkiye!

Ülkenin çılgın gündeminden uzakta kalmanın rahatlığı içinde yazıyordu.

Gerçekten de normal bir ülkenin tarihinde beş-on yılda yaşanacak gelişmeler, bizim memlekette iki haftada jet hızıyla geçiliyor.

Örneğin şu son yıla bir bakar mısın?

Geçen yıl 27 Nisan'da "e-muhtıra" yayınlandı, terör yaygınlaştı, Danıştay Baskını yaşandı, Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ertelendi, 22 Temmuz'da Genel Seçimler yapıldı, AK Parti oy kaybedecekken (!), ülkedeki oyların yarısını tek başına aldı. Şimdi Anayasa Mahkemesi'nde kapatılma davasıyla ülkeyi idare ediyor.

Çok yorucu değil mi?

Sürekli olarak "kurtarılmak zorunda" olan bir ülkede yaşayan insanların ruh halleri de biraz farklı oluyor tabii... Türkiye'nin "ruhsal aynası" kim olabilir diye sorulursa şöyle bir karışım sanki ideal ölçüyü temin eder gibi görünüyor:

-Biraz Yalçın Küçük, biraz Nihat Genç, bir tutam Kadir Çöpdemir, çok miktarda Erman Toroğlu ile Ahmet Çakar'ın çalkalanmış halinden kremaya tatlandırıcı unsur olarak Ay-sun Kayacı da eklenirse ruhumuzun aynasını görebiliriz.

En iyisi nedir diye kafa yorarken Haluk Şa-hin'in Kaliforniya mektubu çıkıverdi karşımıza. Belki de benim şu günlerdeki pozisyonuma en çok uyan durum olduğu için Şahin'in yazısına balıklama atladım.

On günlük sıkı tempolu bir yazı maratonu için kendimi Beykoz'un dağlarına atmış son üç yıldır çalışmalarını sürdürdüğüm Beykoz Sözlü Tarih çalışmasının çözülmüş bant metinleri üzerinden geçmişe doğru bir yolculuk yapıyorum. Eski Beykoz hikâyelerini tekrar okuyup, yazarken basketçi Leyla Ercü'nün (Ercüment Erim) sözleri asılı kalıyor zihnimde:

-Biz Beykoz'da yüzmek, sandala binmek, balık tutmak, bunları pişirmek, yemek, midye çıkartmak, basketbol, voleybol oynamak, spor turnuvalarına katılmak, kupalar almak, finallerindeki büyük yaz partilerinde toplanıp dans etmek için para harcamazdık. Zaten paramız yoktu ama ihtiyacımız da bulunmuyordu. Her türlü eğlenceyi parasız olarak elde ediyorduk.

Ercüment Erim sonra şöyle diyordu:

-Zannettik ki hayatta paraya ihtiyacımız olmayacak. O yüzden para kazanma refleksimiz gelişmedi. Karnımızı doyuralım yeterdi. Ondan sonrası kendiliğinden geliyordu. Karın tokluğuyla çok güzel yaşıyorduk!

Şimdi Beykoz İstanbul'un en fazla toplu villaya sahip ilçesi haline geldi. Bütün ormanlarımızın içine (villa-konaklar) edildi! Hafta sonu evi diye bir kavram çıktı. Satın alıyorlar ama oturmuyorlar.

Eski Beykozluların "parasız zenginliğine" karşılık yeni Beykozluların "milyarlık yoksulluklarını" kıyaslayınca birinciler ne güzel yaşamış diyorsunuz. Bu kıssadan bir de hisse çıkartmak gerekirse şöyle denebilir:

-Güzel bir hayat için çok para yetmez, ruh lazım!