Bu hafta pazar yazısını salı gününden göndermek zorundayım. Yazıyı güncel bir meseleyle ilişkilendirmem çok riskli. Malum, burası Türkiye ve her an her şey olabilir. Neticede...

Bu hafta pazar yazısını salı gününden göndermek zorundayım. Yazıyı güncel bir meseleyle ilişkilendirmem çok riskli. Malum, burası Türkiye ve her an her şey olabilir. Neticede, "yahu memlekette neler oluyor, adam hâlâ neden bahsediyor" gibi bir durum olsun istemem. Haliyle bu hafta, 'farklı' birşeyler yazarak durumu 'kurtarmaya' karar verdim.

Nasıl 'farklı'? Bilmiyorum. Arada bir duyduğum, okuduğum, izlediğim ya da sadece aklıma gelen kimi şeyler hoşuma gidiyor, bir kenara not ediyorum.

Uzatmayayım... Aslında kimseyi ilgilendirmediği halde, bu köşenin yazarının hoşuna gittiği için yazdığı şeyler. Yani AKİHBKYHGİYŞ. İyi pazarlar...

Dikkat ettiniz mi bilmem, resimli romanlarda horoz ötüşü farklı biçimlerde yazılıyor. Eğer öten horoz, memleketimizin horozuysa "ü-ürüü-üüüüüüü" diye yazıyorlar. Yok eğer horozumuz (ya da horozları) Fransızsa ötüş sesi "kuk-kurik-kuuuuu" haline geliyor. Gelin görün ki, bir Anglosakson horozuyla karşı karşıyaysak, bu kez "du-dı-du-dıl-duuuuuu" gibi bir ses oluyor.

Aslına bakarsanız, resimli romanlardaki türlü 'ses efektleri' başlı başına enteresan bir konu. Söz gelimi, 'kahramanımız' rahat bir uyku çekiyorsa "zzzzzz" efekti kullanılıyor. Lakin, 'kahramanımızın' yanındaki (genellikle) tıknaz ve ayyaş dostu için (Çiko, Profesör Oklitus, Konyakçı ile Doktor vb.) "ron...ron...ron" şeklinde bir ses tercih ediliyor. 'Kahramanımız'ın büyük bir gürültüyle horlayarak uyuması, elbette yakışık almaz.

Vaktiyle Yetvart Danzikyan hatırlatmıştı: "Resimli romanlarda bizim köpekler "hav! hav!" diye havlıyorlar... Ecnebi köpekler "arf! arf!" diyorlar. Sence de tuhaf değilmi?

Komik bir 'NTV'ye Sorun' izlemiştim. Yılbaşına birkaç gün kalmış, her yeni yıl arefesinde olduğu gibi Milli Piyango hadisesi gündemin ilk sıralarında... NTV'ye Sorun ekibi uzman konuk olarak bir matematikçi çağırmış; konu irdeleniyor!

Celal Pir, matematikçiye soruyor: "Şimdi ben bu işe kafayı takmış olsam, kazanmak için ne yapmam gerekiyor.

Uzman gayet sakin.

"Bu işe kafayı taktıysanız, ilk yapmanız gereken şey kafayı takmaktan vazgeçmektir."

Celal ısrar ediyor.

"Hayır yani... Matematik olarak şansımı yüzde 6o'a, 70'e çıkarmam mümkün mü?"

"Tabii mümkün. Mevcut biletlerin yüzde 60'ını satın alırsanız, şansınızı da yüzde 60'a çıkarırsınız!"

Sergio Leone'yi bilirsiniz. Hani 'spagetti western' tabir edilen çocukluk yıllarımızın en şahane, en heyecanlı filmlerini çeken adam. Söz spagetti westernlerden açılınca, o filmlerin belki kendilerinden bile güzel müziklerini yapan Ennio Morricone'ye de bir selam gönderelim... Malum, Sergio Leone, gençlikten yavaş yavaş sıyrıldığımız yıllarda da -giderayak adeta bir vasiyet gibi- 'Once Upon a Time in America' ile gönüllerimize taht kurmuştu. Neyse... Leone'nin westernlerdeki baş oyuncusu, şimdilerde kendisinden beklenmedik ölçüde iyi filmler çeken (ki uzun yıllar onun Cumhuriyetçi bir hödük olduğunu düşünmüştüm) Clint Eastwood'dur. Sergio babanın kıdemli oyuncusu Clint Eastwood için -aşağı yukarı- şunları söylediğini gördüğümde çok şaşırmıştım:

"Bir mermer kütlesini gösterip Mikelanjelo'ya sormuşlar: Bakınca ne görüyorsun?

Üstat cevaplamış: Musa heykelini.

Ben de ne zaman Clint'e baksam bir mermer görüyorum."

(Bu arada Mikelanjelo'nun Musa heykeliyle ilgili benzer bir tevatüre başka bir yerde rastlamıştım. Büyük sanatçı, 4 buçuk metre yüksekliğindeki mermer kütlesinin önünde haftalar, aylar boyunca oturup uzun uzun bakmış. "Ne yapıyorsun" diye soranlara da "Çalışıyorum" diyormuş.)

Bunu da Kemal Can anlatmıştı. Sıkı bir hikâye...

Ankaralılar bilir; Siyasal'ın karşısında Konya Mutlu Lokantası vardır, enfes tencere yemekleriyle meşhur.

Yavuz Abadan hoca, Konya Mutlu Lokantası'na girdiğinde garsona "mönüyü getir" dermiş.

"Bunda ne var?" diyeceksin. Tabii, her aklı başında insan lokantaya girdiğinde önce mönüyü ister; yemek seçmek için. Ama, Abadan hocanın istediği, yemeklerin yazılı olduğu liste değil. O listede her ne varsa, çorbadan tatlıya sırayla getirilmesini istiyor!

Ve bir gün garsonlar hocaya diyorlar ki, "Hocam, sizin fakültede bir öğrenci var, aynen sizin sitilinizde yemek yiyiyor!"

Hoca meraklanıyor. "Gelip beni görsün" diyor.

Ertesi gün iri kıyım bir delikanlı kapısını çalıyor Abadan hocanın, "Beni istemişsiniz" diye...

"Kimsin?" diyor hoca.

"Ben Mete Tuncay. Öğrencinizim. Konya Mutlu Lokantasından gönderdiler."

Yavuz Abadan, o gün Mete Tuncay'ı kendisine asistan olarak seçiyor.