Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Doğu Konferansı'yla bu kez de Ermenistan'daydık. Yeri geldiğince bu ziyaretin ayrıntılarına ileriki günlerde değinirim, ancak daha işin başında okurla bir yüzleşmenin gerekli olduğuna inanıyorum.

Doğu Konferansı'yla bu kez de Ermenistan'daydık.

Yeri geldiğince bu ziyaretin ayrıntılarına ileriki günlerde değinirim, ancak daha işin başında okurla bir yüzleşmenin gerekli olduğuna inanıyorum.

Bu denli Avrupa Birliği'ni isteyen birinin, bu denli Batı'nın evrensel değerlerine müptela birinin, fırsat buldukça Doğu'ya kaçamak yapmasını sizlere yeterince izah edebilir miyim, bilemiyorum ama bunu muhakkak başarmalıyım.

Aksi halde öyle ortada "Yön körlüğü" olan biçare bir divane gibi kalmam hayli mümkün.

 

"Yön körü müyüm değil miyim?", bunu analiz etmeye geçmeden önce bir başka körlüğümü itiraf edeyim.

Tipik ya da 'tıp'ik bir renk körüyüm ben.

Tanrı vergisi, kul ne yapsın?

Bir türlü ayıramıyorum kırmızıyı yeşilden, yeşili kırmızıdan.

Uzun yıllar ehliyet de alamadıydım bu yüzden. "Göz sınavı"ndan çaktıydım sürekli.

Meğer, önüme konan kitapta aynı ton renkleri öylesine yan yana dizerlermiş ki, bir şekli ya da sayıyı gösterirmiş.

Ben 'balık' dermişim kuşa, 'ev' dermişim ağaca.

Dahası, "Ne güzel yeşil gözlerin var" diye pot kırıp zılgıt yemişliğim dahi var ela gözlü yarime iltifat ederken gençliğimde.

Bir ara oyuncak olmuştum ev hanesine...

'Renkçilik' oynaşırdık mıncıklaşırken bebelerimle.  "Mu ne yenk? Mu ne yenk?" diye etraftaki herbir şeyin rengini sorar, basarlardı kahkahayı sakarlığıma.

 

Bir rengi olduğundan başka görmek, Filozof Karl Popper'in bile elde edemeyeceği bir yetenek belki de.

Popper bilginin mutlaklığını doğru yanıyla değil, yanlış yanıyla ispatlamak için çabalar; mutlaklığın o kadar da net bir gerçeklik taşımadığını, doğru sorularla değil, yanlış sorularla sergilemeye çalışırdı.

Çok şükür benim Karl Popper kadar yırtınmaya ihtiyacım yok.

Ben zaten kırmızıyı yeşil görüyorum ve bundan da hiç musdarip değilim.

En azından bu beni bir rengin mutlaklığına kendini kurban edenler arasına hiç sokmuyor.

 

Tek rengin hakimiyeti ne ifade eder sizler için bilemem, ama benim gözümde hiç bir matahlığı yok.

Kızıl rengin hakimiyeti neyi çözdü, Stalin Rusya'sında, Mao Çin'inde? Yeşil rengin hakimiyeti neyi çözdü Humeyni İran'ında, Kaddafi Libya'sında?

Ya kara rengin hakimiyeti neyi çözdü Hitler Almanya'sında, Mussolini İtalya'sında?

Tüm bu tek renk hakimiyetleri, engelleyebildi mi diğer renklerin de yaşamalarını?

Şu namussuz dünyada, "Renk körü" olmak doğanın canlıya bahşettiği bir ayrıcalık aslında. Eksisi yok, artısı var.

Bir renge bağlanıp, ona kulköle olanların "Beyin körlüğü"nün yanında benim renk körlüğüm inanın bal kaymak.

 

Yön körlüğü de işte böyle bir ayrıcalık.

"Zengin ile yoksul", "Uygar ile ilkel", insan coğrafyasındaki kutuplaşmanın kadim anlatımlarıysa eğer "Batı ile Doğu" bu kutuplaşmanın yönsel göstergeleri gibi yutturulmaya çalışılıyor.

Uygarlaşma sürecini tarif eden pusulanın uygarlığın yönünü her zaman doğru göstermediğine inananlardanım.

Ama benim böyle inanmam, var olan gerçeği de ortadan kaldırmıyor, kutuplaşma Doğu-Batı ekseninde giderek daha da derinleşiyor.

Peki, Batı ile Doğu'yu ayıran çizgi ya da Batı ile Doğu'nun cepheleştiği çizgi nerede başlayıp nerede bitiyor?

Bu çizginin yerini kestirmek hayli güç, çünkü fazlasıyla değişken.

Herkesin kendine göre erişmek istediği bir Batı'sı, kendine göre kaçınmak istediği bir Doğu'su var.

 

Üstelik de hayat Doğu ile Batı arasında arasında bir seçim yapmakla gerçeklik kazanacak kadar ucuz ve kolay bir tercih değil.

Gerçek mutluluğa bir başka mutsuzluktan kaçınarak ulaşamıyoruz.

İstediğimiz kadar kaçınalım, kaçındığımız her neyse, bizi sürekli kendine doğru çekiyor.

O nedenledir ki, zaten bizler gibi bir yanı Batılı bir yanı Doğulu insanların "Yön körlüğü" yaşamaları çok doğal ve de çok gerekli.

İyi ki yön körüyüz, çünkü gerçek uygarlık sadece tek bir yöne yığılmış değil.

Kurban olsunlar benim hem renk körlüğüme hem yön körlüğüme.