Önce roman daha sonra sinema zaman-mekânlar üretir.

Önce roman daha sonra  sinema zaman-mekânlar üretir. Daha fazla da sinema, hatta sine-mekân adını da verebiliriz. Sadece sinemanın ürettiği mekânlar ve buna bağlı duyumsamalar vardır. Örneğin bir kapıyı hızla vurup içeri girmek (western) ya da giden geminin arkasından bakmak, veya sırtını dönüp sigara içerek uzaklara dalmak gibi. En basitinden Red Kit’in batan güneşe karşı ‘yalnız kovboyum’ şarkısıyla yitip gitmesi gibi. Türkiye’de bu zaman-mekân romanda ve sinemada hep İstanbul olmuştur. Oysa şimdi bazı şeyler küçük de olsa değişiyor. Özellikle de sinemada. Bu yeni bir tin Ankara Tini. Anlatmak istediğim ne Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara ve Panaroma romanlarında temsil edilen yeni cumhuriyetin ya da köylülerin, bürokratların kenti değil, ya da Sevgi Soysal’ın (Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti) Erhan Bener’in ve Adalet Ağaoğlu’nun Hayır’lı 12 Mart romanının Ankara’sı; akademisyenler, devrimciler, lojmanlar ve  aydınlarla harmanlanmış ‘kaygı ve devrim çağı’nın sosyalist, sancılı, içe göçmeye ve kendini güneyin ışıltılı sahillerine atmaya hazır (Her Gece Bodrum- Selim İleri)gri kenti hiç değil.   

ÖĞRENCİ VE KÜÇÜK ESNAF ANKARA
Zeki Demirkubuz Ankaralı bir ‘Yeraltından Notlar’ çekerken, ya da Nuri Bilge Ceylan onun gri binalarını kadrajlamaya devam ederken bu yeni önümüzdeki dönemlerde de karşımızda duracak görünüyor. En son Seyfi Teoman’ın Barış Bıçakçı’nın romanından uyarlanan ‘Bizim Büyük Çaresizliğimiz’ filmiyle zaten yine karşımızda duruyor. Üstgeçitleri, mesafeli bakanlıkları, Bahçelisiyle… Son yıllarda roman, sinema ve dizilerde karşımıza çıkan bu yeni zaman-mekân ve tini nasıl anlamalıyız? Bu tinin öncelikle bir öğrenci duyarlılığı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Ankara hakkında söylenen olumsuz sıkıcı şeylere rağmen Türkiye’de üniversite öğrenciliğinin en yoğun, politik ve hızlı yaşandığı en büyük kampus-kent sayılabilir. Memur ve halk evlerine çekildiğinde kentin asıl sahiplerine dönüşen buruşuk kazaklı binlerce öğrenciden bahsediyorum. Türkiye’nin her tarafından öğrencinin sadece anfilerde değil, öğrenci evlerine, cafe ve barlarına uzanan bol okumalı, eylemli ve sıkılmalı, ama yine de yormayan ve samimi bir auradan bahsediyorum. Örneğin İstanbul’un veremeyeceği bir duygudan.  Bu tin Cebeci’den, Konur Sokak’a, ODTÜ’den  Sincan’a sakince salınan, Kuğulu Park’tan, gençlik Parkı’na, kömür kokulu Mamak’a, Oğuz Atay’dan Camus’ye, Marx’tan Derrida’ya köpüklenerek uçuşan, doktora dipnotlarının boğuntusuyla neşelenen koca bir nefes alanına dönüşen bir zaman-mekânda üretiveriyor. Rock ve Neşet Ertaş ezgileri ve Alevi semahlarıyla. İşte TV dizisi Behzat Ç gerçek anlamıyla biraz da bu demek. Bol çek yatlı ve çorap kokulu bir öğrenci evinin teklifsizliğindeki kımıldayan lezzet gibi. Ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz filminin öğrencilikten profesyonel dünyaya sıçramış sakin, tutkulu büyümeyen çocuklarının dinmeyen mırıltısı gibi. Elbette sadece öğrenci tini değil bu yeni olan. Kırşehir’den Yozgat’a, Çankırı’ya kadar dolanan, Sincan türküleri ve Ulus pavyonlarıyla kıvırtan başka bir kavruklukla beraber melezlenen bir bulut oluyor. Bazen bir bulut Behzat Ç’nin yan karakterlerinden birinin dumanlı, sarhoş ve Neşet Ertaşlı, telsizden ‘Seviyorum Merkez!’ anonsuna da evrilebiliyor hemencecik. Ama ‘anlaşılmadı tamam’ ile sonlanıveren. Bu tin ne bazı yazarların şıpınişi Engürü ya da ‘Oğuz Atay sonrası bitmeyen ergenlik’ tanımlarına sığmayacak kadar İstanbullu kültür avcılığıyla da yakalamayacak kadar uçucu ve yoğun. Bu yeni Ankara, kolej çıkışlı, bürokrat gerilimli, aydın ve bohem Ankara hiç değil anlayacağınız. Ne kadar sosyalist özlemleri de olsa. Bu birazda Piknik büfelerde tost basan, parklarda çekirdek çitleyen, Ulus’u ve Sincan çarşısını cepte 10 TL ile adımlayan elektrosazla kıvırtan, bozkırda harmandalı atacak kadar anne kuzusu serin çocukların; Youtube’dan sürekli Çubuklu Yaşar’ın Ali Dayı türküsünü çığırtan küçük esnaf Ankarası biraz da. Evet, vapurlu, boğaz manzaralı, konaklı, ahşap binalı, sivri minareli, puslu bir tin değişiyor yavaş yavaş. Yeni bir sine-mekân doğuyor; başka şehirlere de zamanla sıçrayacak olan. Güle güle İstanbul!. Sen artık 4x4 ciplerin metal aksamlarında parıldayacaksın, ya da holding merkezlerindeki çetrefil aldatma öykülerinde. Ha unutmadan  bu yazıyı bir İstanbullu kaleme aldı.