Milan Kundera’nın Can Yayınları’ndan Roza Hakmen çevirisiyle çıkan “Bir Buluşma” adlı  deneme kitabında rastladım ünlü Martinikli yazar

Milan Kundera’nın Can Yayınları’ndan Roza Hakmen çevirisiyle çıkan “Bir Buluşma” adlı  deneme kitabında rastladım ünlü Martinikli yazar Aimé  Césaire’ın şu sözüne: “Boğuluyoruz diyorum. Antiller için sağlıklı siyaset ilkesi: Pencereleri açmak. Hava. Hava.”
Bazen ben de Césaire gibi “Hava! Hava!” diye sayıklarken buluyorum kendimi. Çünkü  boğuluyoruz, üstelik boğulduğumuzun da  farkında değiliz. Tamamen içe kapalı iki kutup arasında muhafazakârlaşarak boğuluyoruz çünkü. Muhafazakârlıktan silkinme çabalarının askeri darbelerle defalarca önlenmesi, bizi tamamen havasız bir ülkeye hapsetti uzun zamandır. Şimdi pencerelerin açık olduğu söyleniyor. Kürt sorunu bile devlet katında tartışılmıyor mu? Ama o pencereden dışarıya kafanızı uzatmaya çalışırsanız, duvara toslayacağınız bir gerçek. Çünkü ortada pencere filan yok. Jim Jarmusch’un “İçeridekiler” filminde, cezaevinin duvarına Zack’in çizdiği gibi bir pencere var karşımızda. İçi boş bu pencere çizimine bakarak, hayaller görmekle yetiniyoruz. Hatta soluduğumuz hava bile, hayali... Pencere yok ki, açılınca içeriye hava dolsun.
Pencereyi açmak, kalemle çizilen yerleri kırarak mümkün olabilir ancak. Pencere resmini teoriye, onu kıracak olan aletleri de pratik mücadelelere benzetebiliriz. Peki hangi pencere çizimini tercih edeceğiz? Açılan her pencereye duvar ören askerlerin varlığı bir yana, bünyesi havasızlığa alışmış mahkûmlarla dolu bir hapishanedeyken...
Kundera, kitabında “ara bağlam”dan bahsediyor. Kendini arayan her halkın, memleketiyle dünya arasındaki geçiş basamağı araması olarak adlandırıyor “ara bağlam”ı. “Bir Şilili için “ara bağlam” Latin Amerika’dır; İsveçli için İskandinavya.” Peki ya Türkiye’nin “ara bağlam”ı neresi? Avrupa mı, Ortadoğu mu? Bu mesele, edebiyatçılarımızı da uzun süre meşgul etmişti. Şimdi “ara bağlam”lara ihtiyaç duyulmayan bir çağa girdiğimiz söyleniyor, küreselleşmeyle birlikte. Yunanistan da bize benziyor. Ortodoks oluşuyla Doğu’ya mı, yoksa Grek-Latin geleneği üzerinden Batı’ya mı bağlanabilir tarihi ve kültürü? AB süreciyle Batı’ya döndükleri söylenebilir. Ama Batılı olarak görülebilir mi Yunan kültürü?
Kundera’nın “kıtalar kavşağı” Martinik’i, “farklı ara bağlamların bir arada” bulunduğu bir ülke olarak tanımlaması, tam da bizim yaşadığımız ikilemi anlatıyor sanki. Martinik’te yaşanan siyasi ve edebi tartışmaları merak ediyor insan. “Büyük bir kültürel karmaşıklıkla büyük bir yalnızlığın buluştuğu” yer olan Martinik, karmaşıklığını ve yalnızlığını bir avantaja dönüştürebilir mi? Bu soruya Kundera olumsuz bir yanıtla karşılık veriyor: “Günümüz dünyasında küçüklerin sesi pek duyulmuyor.” Ama Türkiye, Martinik’te olduğu gibi doğrudan bir sömürge deneyimine sahip değil. Kendi pencerelerini kendisi açabilir hâlâ...
Kundera’nın Martinik’ten bahsettiği denemesinde, asıl ilgimi çeken nokta André Breton’un biraz tesadüfen uğradığı bu ülkenin edebiyatında ve dolayısıyla siyaset dünyasında bıraktığı iz oldu. Breton, 1941’de, yani 2. Dünya Savaşı’nın yaşandığı yıllarda, ABD’ye giderken Martinik’te gözaltına alınır. Serbest bırakıldıktan sonra, Fort-de-France’ta gezinirken “Tropiques” adlı yerel bir dergiyi görür tuhafiyeci dükkânlarından birisinde. “Tropiques”, bir edebiyat dergisidir. Tam da o an ihtiyaç duyduğu tek şey şiirdir. Dergiyi çıkartanlarla tanışmak ister. Bu tanışma, derginin Breton için özel bir sayı hazırlamasına neden olur. Sadece bununla da kalmaz, bu buluşmada Breton, Haitili entelektüellerle de tanışır ve Haiti Komünist Partisi’nin kurulmasına etkide bulunur. Ama işin ilginç tarafı, tüm dünyada sosyalist gerçekçilik yaygınken, Haiti de komünist yazarlar sürrealisttir. Onların piri Gorki değil, Breton’dur çünkü. Parti bildirilerinde bile sürrealizmin etkileri görülür. Partinin kurucularından ve Breton’un yakın dostlarından olan Jacques Stephen Alexis adlı yazar, daha sonra işkence edilerek, 39 yaşındayken Haiti’de öldürülür.
Yerel bir edebiyat dergisinin Bretonla tesadüfen buluşması, Martinik’in ve Haiti’nin siyasi ve edebi tarihini de değiştirmiş gibi gözüküyor. Kundera’nın da altını çizdiği gibi, dergiciliğin altın dönemini yaşadığı yıllarda oluyor tüm bunlar. Sadece dokuz sayı çıkan “Tropiques” dergisinin gerçekleştirdiği değişime hayret etmemek imkânsız. Dergicilik, bir daha öyle parlak bir döneme girer mi bilinmez? Ama günümüzde edebiyatçıların, birer entelektüel olarak siyasete etkide bulunamamasındaki nedenler üzerinde düşünmek gerek. Her çağda, sanatçıya yüklenen bir misyon oldu. Keşiş muamelesi gördükleri zamanlar da oldu, pop star muamelesi gördükleri zamanlar da... Acaba bu çağın sanatçıya biçtiği görev ne? Eğlence sektörünün bir işçisi ve starı olmakla yetinenler olduğu gibi, düşünce dünyasına etkide bulunmak isteyenler de, az da olsa görülüyor. Eğlence sektörü içinde yer alanların pencerelerle işi yok. Onlar, duvarlardaki pencerelere süslü kalemleriyle oyalayıcı şekiller çizmekle meşgul. Diğerleriyse ellerinde çekiç pencere açmakla... Çekiçle uğraşanların işi elbette daha zor. Bu yüzden pek de rağbet görmüyor yaptıkları iş. Ama Kafka’yı ya da Breton’u yaşatan şey de, açtıkları pencereler değil mi? Kafka’nın öykü ve romanlarını okurken soluduğum o hiç eskimeyen temiz havayı, buna borçluyum sanırım. Ya da Breton’un o biricik “Nadja”sını defalarca okumamdaki giz, açtığı pencereden giren rüzgârın, neredeyse duvarları yıkacak kadar güçlü olması...
Havasızlığın önemli işaretlerinden birisidir delilik... Oksijensizlikten önce beynin zarar gördüğü bilinen bir şey... Yavaş yavaş delirdiğimizi, yaşadığımız olaylara bakarak göremiyor muyuz? Pencereler açılmadan, baharın geldiğini göremeyiz...