2009 yılında Lars von Trier, “Antechrist” (Deccal) ile festivalin belki de en etkileyici filmini sunmuştu.

2009 yılında Lars von Trier, “Antechrist” (Deccal) ile festivalin belki de en etkileyici filmini sunmuştu. Bir yandan açıkça kadın karşıtlığı yaptığı için müthiş öfkelenmiş, öte yandan teknik ve yönetimde mükemmele yaklaşan özelliklerini de çok beğenmiştik. Başrolündeki Charlotte Gainsbourg’un o yıl En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alacağını ise tahmin etmiş ve sevinmiştik. Danimarkalı yönetmen bu kez dünyanın sonunu kendince yorumladığı “Melancholia-Melankoli” ile tekrar resmi seçkide yerini aldı. Ancak von Trier Cannes’da belki de son kez yer alacak. Zira haber Çarşamba günü bomba gibi düştü: filmin basın konferansında 1989 yılında annesi ölüm döşeğindeyken ailesinin Alman köklerini öğrenmesinin kendisini nasıl etkilediğini soran gazeteciye, yönetmen “Hitler’i anladığını ve İsrail’in artık iyice sıktığı” cevabını veriyordu. Gazeteci sorusunun ikinci bölümünde ise von Trier’in geçtiğimiz aylarda bir Danimarka dergisine verdiği röportajda, Nazi estetizmine hayranlığını dile getirmesini sorguluyordu. Birden konferans odasında buz gibi bir hava esiyor, bu beyanın şokunu sadece dünyanın dört bir yanından gelen gazeteciler değil, filmin oyuncuları da yaşıyordu. Başrollerden birini oynayan Kirsten Dunst “Aman Tanrım!” diye seslenerek, babası Yahudi kökenli büyük Fransız şarkıcı Serge Gainsbourg olan diğer başrol oyuncusu Charlotte Gainsbourg’a dönüyordu. Charlotte’un ise suratı ise duygularını yeterince yansıtıyordu...

Von Trier “Sadece adamı anladığımı söylüyorum, yoksa iyi adam demiyorum. Ama onu anlıyorum ve biraz empati duyuyorum; öte yandan, Nazi estetizmine yakınlığım ise (Hitler’in mimarı) Albert Speer’e duyduğum hayranlıktan kaynaklanıyor” diye iyice dibe vuruyordu. Bitirmek için de gülerek “OK, ben bir Naziyim” diye “espri” yapıyordu. Olay derhal duyulur duyulmaz festival yönetimi bir açıklama yaparak, bu olay karşısında duydukları “üzüntüyü” dile getirdi ve Danimarkalı yönetmenden bir açıklama talep etti. Açıklamada “yönetmen kendisine yöneltilen provokasyonun istemeyerek tuzağına düşerek, “hislerinin kurbanı” olduğunu belirtti. Açıkça özür dilemektedir” dense de, olan oldu. Cannes festivali gibi özgürlük, dışa açıklık ve eşitlik sembolü bir sanatsal etkinlikte Alman faşizmini “anlayan” yönetmenlerin bulunabileceği aklımıza mı gelirdi?

 

Aslında yaşanan bu skandal, giderek ırkçı söylemlerin fütursuzca ve komplekssizce savrulduğu Avrupa’da hayret uyandırmamalı. Avrupa’da ülke yöneticileri bile artık siyasi doğruların görünmez yasalarını her gün biraz daha ihlal ediyor, bu tür söylemler ise “normalleşme” sürecine giriyor. İşin acı tarafı, bizler gibi toplumsal hassasiyetlerini korumaya çalışanları bunlar artık şaşırtmıyor, hatta kanıksadığımızı bile söylemek mümkün. Zaten tüm tehlike burada yatmıyor mu? Dünyanın en büyük sinema etkinliği olan Cannes festivali Lars von Trier’i bir daha davet etmemeli, bundan sonra protesto etmeli. Yoksa aynı tuzağa bir kez daha, üstelik de bile bile düşmüş olacak.

 

Film hakkında bilgi vermeden geçmeyelim. Konusu, başında—Hitler’e empatisini belki de ele veren—Wagner’in müziği eşliğinde, ağır çekim estetik harikası tablolarla gelen dünyanın sonu. Melancholia adlı gezegenin Akrep yörüngesinden koparak dünyaya çarpamasıyla gelen kıyamet günü. Von Trier biri hastalık derecesinde melankolik ve yeryüzünde olmaktan mutsuz, diğeri daha “normal” ve yaşadığı dünyaya veda etmekte zorlanan iki kız kardeşin öyküsünü iki bölümde hazırlamış. Justine (Kirsten Dunst) ile Michael (yönetmenin favori oyuncularından Stellan Skarsgård’ın oğlu Alexander Skarsgård), abla Claire’in (Charlotte Gainsbourg) kocasıyla (Kiefer Sutherland) hazırladığı şaşaalı bir düğünle dünya evine girmektedir. Bundan birkaç gün sonra ise dünyanın sonu gelecektir. Melankoli’de von Trier yaşlı Avrupa’nın giderek umutsuzluk kuyusunda dibe vuran ruh halini yansıtıyor aslında. Filmin basın dosyasında yönetmen “Bir kadın filmi yaptım! Bu filmi yanlışlıkla bana nakledilmiş bir organ gibi reddetmeye hazır hissediyorum” diyor. Bu cümleden iki şey öğreniyoruz: önce von Trier kadınlarla bir sorunu olduğunu (nihayet) kabul ediyor; ikincisi de bizim gibi kendi de filmini vasat bulmuş. Bu durumda bize diyecek söz kalmıyor…

Üç Boyutlu Samuray Filmi
Cannes’da üç boyuta birkaç yıl önce canlandırma filmi “Up !” ile geçmiştik. Bu yıl üç boyut Japonya’dan keyifli bir samuray filminden geldi. Takashi Miike’nin “Harakiri, bir Samurayın Ölümü” klasik Japon sinemasının örneklerini andıran epik bir savaşçı öyküsü anlatıyor. Onurları için ölümü göze alan bu savaşçıların bütünlüğünü sorgulayan “Harakiri”, başarılı bir dönem filmi olarak çıktı karşımıza. Sonuç olarak keyifle izlendi.

Romanya’dan yavan film
Belli bir Bakış bölümünde gösterilen Catalin Mitulescu’nun “Loverboy-Aşk Taciri” son yılların en etkileyici ve yenilikçi soluklarından birini oluşturan Rumen sinemasının gördüğümüz en vasat örneği. Mitulescu’nun aynı seçkide 2006’de gösterilen “Dünyanın Sonunu Nasıl Kutladım” filmini sevmiştik. Yönetmen “Trafik” adlı kısa metrajıyla 2004 yılında Kısa Film Altın Palmiye’sini almıştı. “Aşk Taciri”nin konusu, genç kızları önce kendisine tutkun ederek, ardından kadın tacirlerinin tuzağına düşüren genç bir serserinin duygu ve anlamdan yoksun aktarılmış öyküsü.