Hasret makamındayız. Gurbete düşenler hasretli olurlarmış, ama bu değil. Asıl, kalplerinde hep bir boşluk taşıdıkları için hayatı bir gurbet gibi yaşayanların hasreti. Mevlânâ’nın babası da...

Hasret makamındayız. Gurbete düşenler hasretli olurlarmış, ama bu değil. Asıl, kalplerinde hep bir boşluk taşıdıkları için hayatı bir gurbet gibi yaşayanların hasreti. Mevlânâ’nın babası da bunu hissederdi göğsünün içinde. Kavuşamayan aşıkların duygusudur, sevgili oradadır, ama hasret daima kalptedir. Ülkem devrimcilerinin de yaşadığı budur. Güzel yurdumuz, sanki bizden koparılmış, ruhu ezilmiş, iyi bir hayatın dışına kilitlenmiştir ve biz onun mutluluğuna olan hasretle dolup taşarız. Bu yüzden yollara düşeriz. Yol, kalbinde hayatın anlamına dair hasret taşıyanların kaderidir.

Mevlânâ’nın, çağının önemli ve çok iyi tanınan bir din alimi olan babası, Alimlerin Sultanı diye bilinirmiş ve kalbindeki anlamı korumayı bilen insanları ararmış. Bugünkü Afganistan topraklarındaki memleketini terk etmiş, bir mülteci ve seyyah olarak, yanında ailesiyle birlikte diyar diyar gezmiş, en sonunda Selçuklu Sultanı’nın ricası üzerine Konya’ya gitmeyi kabul etmiş. Daha yoldayken, gelmekte olduğunu duyan Sultan onu karşılamak için şehrin dışına kadar çıkmış. Sultanların, aydın insanların ayağına gitmesinin onur sayıldığı devirlermiş daha.

Babası ölünce onun yerine geçen Mevlânâ’nın bu makamı hak edeceği daha gençliğinden belliymiş. Babasının eski öğrencisi olan Tirmizi yıllar sonra Konya’ya geldiğinde, Mevlânâ’nın derinliğini bizzat görebilmek için onu sınavdan geçirme ihtiyacı duymuş. Tirmizi o devrin bütün ilim dallarında sorular sormuş Mevlânâ’ya ve aldığı cevaplardan memnun kalmış. “Çok bilgilisin, engin bir derya gibi” demiş ve sonra birçok hikâyeye konu olan o ünlü sözlerini söylemiş: “Ancak, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen ise kal ehlisin (söz adamı). Kal’i bırak, onun gibi hal sahibi ol.”

Öldüğümüzde gömüleceğimiz bu toprakların kıymeti yerin bir metre altında durur, kimileri buna mezar, kimileri de tarih der. İşte Mevlânâ’nın babası o sonsuz yolculuğun bir yerinde ölünce, Selçuklu Sarayındaki Gül Bahçesi’ne defnedilmiş. Her devirde bu bahçelerin ilhamıyla yetişen kuşaklar olmuştur, biz de onlardanız. (Gerçi bu ruh yüceliğinin bugünkü mirasçıları olan devrimcilerin birbirlerine olan sevgiyi ihmal etmelerinden dolayı güller de eskisine benzemez oldu. Kötü kalpli düşmanların bize ettiği çoktur, ama birbirimizin kadrini bilmemenin de halsiz düşmemizde payı büyüktür. Bu yüzden, ne bağ tamama eriyor, ne de bahçıvan erebiliyor muradına.)

Solculuk bir “söz” (kal ehli) hareketine dönüşmüş, solcunun solcuya sol propagandası yaptığı bir devirdeyiz. Öyle dönemler vardır, tek bir söz, her şeyden daha ağır ve güçlü olabilir. Ama bugün, ruhu olmayan sözlerin içinde boğuluyoruz. Duygusu yok ama kibirli, hasreti yok ama haset dolu, ışığı yok ve sadece kuru bir iddiayla yüklü. Böyle bir durumda, hal sahibi, yani gönül ehli olan devrimcilerin dönüp kendilerine bakmaları değerli bir meziyettir. (Bunun için, aklımızda bir iç-ayna olması gerekir, böylece kendimizi görebiliriz. Ama yıllardır birçok şey gibi solun bu iç-aynası da kırılmış durumda ve herkes sadece karşısındakine bakıp söz yetiştirme sevdasında.)

Hayattan ümidini kesmeyen ve her şeye rağmen güllerin rengine alınterlerini katan garipler de vardır ki, onların yalnızlığı, milyonlarca yoksulun yalnızlığı gibi dehşetli ve öfkelidir. Bu yüzden hem gurbettir bizim sevdamız hem de sıla. Hem aklımızın son damlasına kadar emek harcarız, hem de daha fazlasını yapabilmeyi isteriz canı gönülden. Yol, sılaya duyulan hasretin adıdır, ve devrimcilik, bir gurbetten bir sılaya göçtür. O yolculukta güllerin kıymetini bilirsek, gün olur hazan bahçelerinin ışık ile dolacağını biliriz. Solculuk, kendi bahçesine tapmak değil, diğer bahçelerin güzelliğinden de ilham almak ve onlara güvenmekse, gönül ehli olmanın yolu bu gül bahçelerinden geçer.