İçeri alınırken hepimiz en azından “kişi” idik. Ama kapıdan girdiğimiz anda

İçeri alınırken hepimiz en azından “kişi” idik. Ama kapıdan girdiğimiz andan itibaren birer “numara”dan ibaret olduk. Üzerinde numaralar yazılan turuncu gömlekler giydirildi hepimize. Kişisel eşyalarımız, telefonlarımız toplandı. Tam hücrelerimize yerleştiriliyorduk ki, giriş kapısından gürültüler, bağırışlar duyduk. Avukatlarımızdı. Bizlerle görüştürülmüyorlar, sudan gerekçelerle kapı önünde hırpalanıyorlar, adeta “burada ne hak, ne hukuk var, ona göre…” gözdağı veriliyordu. Bana giydirilen gömleğin üzerinde kalın siyah rakamlarla “11” yazıyordu. Artık sık sık gardiyanların ağzından “bu numarayı” işitecek, numara zorla kimliğimin bir parçası haline getirilecekti…
“- 11 numara konuşma.”
“- 11 numara sus, otur!”
“- 11 numara ‘tuvalete çıkma’ dilekçen kurallara uygun yazılmamış!”
Her şey dilekçe ile idi. Su istemek, tuvalet ihtiyacını görmek, revire çıkmak. Her şey için dilekçe… Siyah giysiler içindeki gardiyanlar her an tepemizde, sağımızda, solumuzda. Her yerdelerdi…
Hücrelerimizin içine hoparlörler, kameralar yerleştirilmişti. Bir yandan gece-gündüz yönetimin buyruklarını dinliyorduk bir yandan da sürekli müzik. Ama nasıl? Sonuna dek açılmış bir ses, bangır bangır bağıran bir şey. Dilediğin müziği dinlemek, yönetime bu konuda dilekçe vermek yasak. Yönetimin seçtiği radyo kanalını bangır bangır dinletecekler sana. Ya pop müzik, ya da arabesk. ( Biz çoğu zaman Banu Alkan’ı dinlemeye mahkûm edlimiştik. “Neremi neremii, aah!” ) Sen bir hiçsin artık. Duyguların, düşüncelerin, istemlerin, fikirlerin olamaz. Sen “11” numaradan ibaretsin artık. Hücrelerde tek başınasın. Hoparlörün ve an be an seni izleyen kameranla birlikte…
“- 11 numara sus, konuşma!”
Hele bir hastalanmaya gör. Bizim aramızdan da bir bayan tutuklu düşüp bayılıverdi. Epey bekledikten sonra bir doktor geldi. Revire götürdüler. Dönüşte, bayılan bayanı “yoğunlaştırılmış hücre cezası”na çarptırdılar. Teşhis; “tansiyon düşmesinden ötürü bayılma”. Cezaya çarptırılma gerekçesi; “yönetimi ve doktoru hasta numarası yaparak kandırmak…”
Ziyaret saati geldiğinde, insan oldukça heyecanlanıyor. Kimseyle konuşmamışsın, görmemişsin. Tecrittesin işte… Ama o ne? Hücrelerimizdeki hoparlörlerden yine yönetimin sesi yükseliyor.
“- Göz teması yok!”
Evet, ziyaretçilerimizle göz göze bakışmak bile yok. Konuşmak ise aşırı bir düş bu koşullarda. Söyleyebileceğin tek söz, kurabileceğin tek cümle; “tecritteyim, konuşamam…”
Yönetimin tavrı, tutumu açık ve net. Bakın bu tutumu ve zihniyeti gardiyanların haykırdığı şu cümleler güzel özetliyor: Devlet Konukevi’ne hoş geldiniz. Bu kapıdan girdiğinizde kimlik ve kişiliğinizin hiçbir önemi kalmamıştır.Artık yalnızca bir sayısınız. Eskiden ıslah diyorduk, Avrupa Birliği normlarında ‘tretman’ deniyor. Sizi iyileştireceğiz. İyileşeceksiniz! Allah Kurtarsın..."

* * *
Bir kâbus muydu bu yaşadığım, yoksa bir düş mü görüyordum? Bilgesu Erenus’un belirli zaman aralıklarında “Yaşayanlar Anlatıyor” kitabından okuduğu pasajlar beni kendime getirdi. Solumdaki hücrede, müzisyen, besteci Vedat Sakman, onun yanında Sevim Belli, karşımda aktrist Gülsen Tuncer, Ayla Algan, Beklan Algan, gardiyanlarımız Amatör Tiyatro Çevresi’nden oyuncular ve daha pek çok aydın, sanatçı…
F tipi hapishanelerde 6 yıldır uygulanan ve yüzlerce ölüme neden olan “tecrit”i bizzat yaşamak içimizde duyumsamak için yapılan çağrıya uymuş ve 26 temmuz 2006 günü saat:12.00’de başlayıp 24.00’e dek süren “Hepimiz Tecritteyiz” adlı “politik belgesel /doğaçlama”ya katılmıştık. Sonradan izlenim defterine yazdığım gibi; yapılanın, uygulananın farkında olanlardandım. Ama bu farkındalığım, şu anda bizzat yaşadıklarımla daha da somutlaştı. Bir slogan değil haykırılan. Bu uygulama gerçekten "insanlık onuruna" aykırı. Bırakın insan olmayı. Hiçbir canlı türüne karşı yapılamayacak bir uygulama.
Kara kaplı defterinizde yazan, tanımlanmış hiçbir “suçun”(!) karşılığı bu olmamalı, olamaz!.. Kaldırın şu tecriti!..