Türkiye’de “yargı vesayeti” örnekleri saymakla bitmez. Bugün çoktan

Türkiye’de “yargı vesayeti” örnekleri saymakla bitmez.
Bugün çoktan unutulmuş birine değinelim yeter:
Adalet Partisi, 1965 seçimlerinde oyların yüzde 52.87’sini alarak tek başına iktidara gelmiştir. Meclis, 21 Temmuz 1967 tarihinde aldığı bir kararla dönemin Türkiye İşçi Partisi Milletvekili Çetin Altan’ın dokunulmazlığını kaldırmıştır. TİP, kararın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş; Mahkeme, dokunulmazlığın kaldırılması yönünde görüş bildiren komisyonun Anayasa’ya aykırı olarak kurulduğu tespitiyle kararı 12 gün sonra bozmuştur.
Böylece ülkedeki her iki kişiden birini temsil eden koskoca partinin girişimiyle alınan karar, salt “şekil nedeniyle” ve yargı vesayeti yüzünden çöpe gitmiştir.
Dahası, ne Çetin Altan’ın kendisi, ne de o zamanlar biri 17 öbürü 14 yaşında olan oğulları yasama üzerindeki bu vesayeti kendilerine dert etmiştir.
Kuşkusuz, TİP’in 1965-69 döneminde yargı yoluyla iptal ettirdiği yasama kararları bundan ibaret değildir.
Meraklısı arar bulur.
• • •
Gündemde gene “Anayasa tartışmaları” var…
Soru şu: Sosyalistler, liberal demokrasinin şu veya bu biçimine ilişkin tartışmalara, dönemden, koşullardan ve işbaşındaki iktidarın niyetlerinden bağımsız olarak, ilkesel düzeyde katılmalı mı? Örneğin, “kuvvetler ayrılığı/kuvvetler birliği” tartışmaları, sosyalistler için peşinen ilkesel duruş gerektiren bir öz taşır mı?
Somut duruma ve koşullara bakmayıp ilkesel düzeyde kalırsak,  bu soruların yanıtı “hayır” olmalıdır.
Önce konu netleşsin: “Kuvvetler ayrılığı”, en başta yasama, yürütme ve yargı arasında, ağırlık bunlardan sonuncusunun bağımsızlığına verilmek üzere belirli mesafeler öngörür. “Kuvvetler birliğinde” ise, yargı görece gene bağımsız kalmak koşuluyla yasama ve yürütmenin birliği söz konusudur ve üstelik ilk ikisinin yargıya da uzanan bir gücü vardır.
Eğer “demokrasiden” söz ediyorsak, yukarıdakilerden ilkinin (kuvvetler ayrılığı) ilkesel olarak ve her durumda “demokratik”, diğerinin (kuvvetler birliği) ise gene ilkesel olarak ve her durumda “antidemokratik” veya “totaliter” olduğunu söylemek doğru değildir.  Kanada’dan İsviçre’ye uzanan liberal demokrasi örnekleri, bu ikisinin çeşitli bileşim ve varyasyonlarını içermektedir. Bunlardan herhangi birinin diğerinden daha “demokratik” olduğunu söylemek mümkün görünmediği gibi, “bizim” derdimiz de olmamalıdır.
Çünkü neyin daha “demokratik” olduğunu belirleyen şu veya bu biçim değil, birikmiş sınıf mücadelesi deneyimlerinin çizdiği sınırlardır.
Dolayısıyla, AKP’nin paketine, bu partinin Türkiye’yi götürmek istediği yerden bağımsız olarak salt teorik düzlemde “kuvvetler ayrılığı/kuvvetler birliği” zıtlaşmasından hareketle karşı çıkılması, solu birtakım tuzakların içine çekecektir.
Ayrıca “tuhaf” da kaçacaktır.
Öyle ya, yarın bir gün liberalin biri tutup “proletarya diktatörlüğünün şu biçimi bize daha iyi gider” diye ahkâm kesse biraz tuhaf olmaz mı?
Bunun gibi…
Sosyalistlerin, “kuvvetler birliğini” (Rousseau) kategorik olarak reddedip “demokrasi” adına her durum ve koşulda “kuvvetler ayrılığına” (Montesquieu) demir atmaları gün gelir kendi aleyhlerine döner.
Çünkü kuvvetler birliğine yönelmeyen herhangi bir büyük ihtilal veya radikal dönüşüm tasavvur edilemez.
Yarın lazım olur.
• • •
Peki, söylenenler bugün AKP’nin peşinde koştuğu düzenlemenin onaylanması ve desteklenmesi gerektiği anlamına mı gelir?
Elbette ve kesinlikle hayır!
İsteyen “çifte standart” desin, mesele belirli bir dönemdeki siyasal mücadele hattı ve güç dengeleriyle ilgilidir. Bugünkü mücadele ve güç dengeleri AKP’nin hareket alanının daraltılmasını, iktidarın sıkıştırılmasını gerektirmektedir ve sosyalistler bu açıdan işlevli olabileceği için “kuvvetler ayrılığından” yana çıkmalıdır.
Kuvvetler ayrılığının, örneğin 1965-69 döneminde solun işine yaramasında, “milli irade” adına emeğe ve temsilcilerine yönelik saldırıları bir ölçüde dizginleyebilmesinde ve propaganda için zemin yaratmasında olduğu gibi…
İki noktaya daha değinip bitirelim.
Birincisi: Başka her şey bir yana, seçimlere katılmayanlar, yüzde 10’luk seçim barajı ve mevcut Siyasal Partiler Kanunu dikkate alındığında, bugün tutup “milli irade” edebiyatı yapmanın hiçbir anlamı yoktur.
Yapanlar, en azından şunu da kabul etmek zorundadır: Demek ki “milli irade” kendi meclisinde fazla kadın görmek istememektedir…
İkincisi, solda temel ayrım şu iki kesim arasındadır: “Gerçek” siyasal mücadeleyi, ilerde bir tarihte açılacak beyaz sayfadan sonra gündeme gelecek süreç olarak görenlerle, aynı mücadeleyi günümüzü de kapsayan kesintisiz bir süreçte, her uğrak ve alanda art arda yaratılacak cepheleşmeler şeklinde tasavvur edenler...
İlk gruptakilere göre sayfa, AKP’nin Türkiye’yi taşıdığı yerden sonra “açılacaktır”.
O zaman gidip AKP’yi ve paketini desteklesinler.
İkinci gruptakiler ise, AKP’yi geriletecek her imkândan ve kanaldan yararlanarak bugün ve yarın mücadele içinde olacaklardır.
Elbette, liberal demokrasinin biçimleriyle ilgili teorik teferruata girmeden...