1984’tü, demek 24’ümdeydim. Ayağımda en ucuzundan yerli spor ayakkabılar. Onlarla çıktım Nizamiye’den… Sonra, bir süre, hemen

1984’tü, demek 24’ümdeydim. Ayağımda en ucuzundan yerli spor ayakkabılar. Onlarla çıktım Nizamiye’den… Sonra, bir süre, hemen her hafta geri dönsem de oraya, o gün hiç arkama bakmadım. Dışarıda amcam ve iki kardeşim bekliyordu. Kucaklaştık!
Amcam beyaz Anadol’un direksiyonuna geçti. Şehre yöneldik. Etraf böyle dolmamıştı bu kadar, bir tek Mamak’ı çeviren askeri tel örgüleri vardı. Az biraz gidince, çıkarıp ayağımdaki ayakkabıları, pencereden dışarı fırlattım. O ayakkabı, belki biraz da şimdikinin yarısı kilomla solgun halim, ağlattı arabadakileri.
Bu yazıyı yazarken, iki resme bakıyorum bir yandan. Biri bizim gazeteden, pazar günü arkadaşlarının verdiği ölüm ilanından… Mustafa Ali’nin fotoğrafı… Ne de güzel gülüyor!
Diğeri benim; kendim. Bir defter sayfasına karakalem çizilmiş portrem. Dudaklarıma ve gözlerime gizlenmiş bir hüzün var, Mustafa Ali’deki gibi tebessüm değil. Benim resmimde de izi var Mustafa’nın!
Çıkar çıkmaz çerçevelettiğim o küçücük resmin sağ alt ucunda iz. İmzası Mustafa Ali’nin; resmi yapan olarak. Diğer notlar benim elimden çıkmış, kesin. O, yaptığı bir işe imza atmaya utanacak kadar da mahcup biriydi zaten: “M. Ali Can 24.11.1981, Mamak / A Blok 6. Koğuş.”
Bugün çok şey var memlekette, bir gazetenin köşesine taşınacak. Varsın olsun, beklesinler. Bugün burada ‘Mustafam’ anlatılacak; o Denizli ağzını taklit etmeye çalışarak, aynı yatağı paylaştığım koğuşunda Mamak Cezaevi’nin, “Çöz de aalll Mustafa Aliiii” diye takılıp durduğum Ali Can!
Daha önce de bir kez konuk etmiştim onu bu köşeye. 10 Eylül 2005’te: “Adı Mustafa’ydı. Mühendis olacaktı. Sessiz bir sabırla yattı yıllarca. Koğuşta; hiç parası gelmeyen arkadaşlarıyla paylaştı neyi varsa. Ağabeyi, kim bilir ne güçlükle, üç beş kuruş gönderiyordu. O, kendinden çok dışarıdakileri düşünüyordu. Biz, hepimiz, kendimizden çok dışarıdakileri düşünür, onların üzüntüsüne üzülürdük. Mustafa, döşeklerden çıkan bezlerle yırtılan ayakkabılarımızı yamardı. Yeni ayakkabılar isteyip de masraf çıkarmayalım diye. Onun yamadığı, üzerinde yamadan başka bir şey görünmeyen bir ayakkabı ile çıktım dışarı. Ayakkabım görenleri ağlattı. Mustafa şimdi bakkal.”
Kenan Abi, abisi Mustafa’nın, ölümünü haber vermek için bir türlü bulamamış beni. “Senin ismini” dedi, “Şifreli yazmış telefonuna. ‘Çandır’ diye. Bizim burada bizden (Alevi) olmayıp da, bizden daha iyi olanlara verilen addır. Şifresini sonradan çözdüm.”
2005’te ‘bakkal’ diye yazmıştım ya, artık bakkal da değildi Mustafa. İlk gördüğümde aklıma ‘sinekli bakkal’ı getiren o köhne dükkandan çoktan uzaklaşmıştı. Hatta o şehirden. Kredi kartlarının katlanıp duran borçları, uzaklarda inşaatlarda amelelik yapmaya mecbur etmişti onu. Arkadaşları, devrimciler, kol kanat gerdiler gittiği yerlerde… Ama o kadar işte!
Kalp krizi tam da işler ufaktan yoluna girmeye başladığında yakalamış Mustafa’yı. Mühendis olmak için gittiği Ankara’nın Mamak’ında, en zorlu günlerde tam 6 yıl, Bursa’da 4 yıl, toplam 10 yıl yattıktan sonra… Bir inşaatta yakalamış!
Kısaydı Mustafa. 6. Koğuş’un kapı mazgalından elini uzattığında, etinde kamçı gibi şaklayan coplara gık demeden, ayaklarının ucunda yükselirdi mecburen. Ufak tefek olduğundan, ama yürekli, “Yumruk kadar çocuğun zindanların çürütemediği çelik yüreği çürümüş demek ki” dedi Kenan Abi, ağlamaklı.
Biri 8, diğeri 13 yaşındaki iki yavrusundan birini, gurbette inşaatlarda olduğundan, geçen bayramda göremeyişinin üzüntüsüyle gitmiş Mustafa. İşçilik, amelelik hep saygıdeğerdir bizim için de… “Keşke” diyorum, “Biraz daha etimiz budumuz olsa, daha fazla kol kanat gerebilsek, birlikte onca şey paylaştıklarımıza.”
Bir de, pişmanım onları fırlatıp attığıma. Hem de çok! “Neden” diyorum şimdi, “Neden bir cam kutu içinde saklamadım o yamadan görünmeyen pabuçları? Yarın kurulacak bir ‘Mamak Müzesi’nin en nadide parçalarından olurlardı, o günleri bir güzel anlatan.”
Güle güle Mustafam, Alim! Gittiğin yerlerde artık pabuç yamama emi… Hiç… Ne olur!