Ev temizliğine bunca dikkat harcayan Türk kadınlarının çoğu kendi güzelliğiyle o kadar ilgili değil.

Sevgili Hakan,

İstanbul gerçekten çok güzel bir şehir. Ama…

İşte herkes bu ‘ama’dan sonra bir sürü şey ekliyor. Kimisi şehir trafiğini, kimisi çarpık yapılaşmayı ve deprem tehlikesini, kimisi kalabalığını… Ve güzel İstanbul’un o kadar çok kusuru ortaya çıkıyor ki…

Bunlardan biri de herhalde temizlik sorunu.

Hayır, yanlış anlama, benim gördüğüm şehirlerden, hele Rusya’dakilerden çoğuna göre İstanbul daha temiz. Buradaki belediyenin hiç de fena çalışmadığını söyleyebilirim. Ama insanlar…

Olur olmaz yerde piknik yapıp çöplerini ortada bırakırken yüzlerinde en ufak bir suçluluk belirtisi yok. Sigara izmaritlerini ve boşalan paketlerini hoyratça sağa sola atarken de.

Nasıl olsa koskoca bir şehir! Benim küçücük çöpümle kıyamet kopmaz ya! Hem nasılsa birileri toplar!..

İşte mesele de burada ortaya çıkıyor bence. Gördüğüm temiz Avrupa şehirlerinde insanlar yaşadıkları yerleri bilinçli olarak temiz tutuyor; bu işi belediyelere falan bırakmıyor.

Belki zihniyet farkı. Genellikle Ruslar ve Türkler, şehirlerini temiz tutmaktan çok daha önemli işleri var gibi davranıyor.

Bizde eskiden bazı hafta sonu günlerinde halk, zorla sokak temizliğine çıkarılırdı. Adına da ‘komünist subbotnik’ derlerdi (‘subbota’, yani cumartesi kelimesinden türetilen bir tür ‘imece’ gibi). Herhalde sen de Leningrad Üniversitesi’nde okurken ideolojik zorlama ve marşlar eşliğinde sokaklarda temizlik yapmışsındır. Umarım eğlenceli yanı ağır basmıştır.

*    *    *
Aslında bugün sana yazmak istediğim sokak ve şehir temizliği değil. Ev temizliği.

Doğrusu ben Türkiye’ye gelmeden önce “Ruslar temiz bir millet midir?” sorusu üzerine hiç düşünmemiştim. Her şey olması gerektiği gibi yürüyordu işte. Ailemiz eğitimliydi. Sağlık, kültür ve temizlik kuralları arasındaki bağlantıyı kurabilecek durumdaydık.

Ama Türkiye’ye geldikten, daha doğrusu buraya kalıcı olarak yerleştikten sonra bazen aşağılık kompleksinin saldırıları altında sallantılı anlar yaşadığımı hisseder oldum.

En çok da ev temizliği alanında.

Örneğin, mektuplarımda artık sık sık bahsettiğim komşum (ondan Semra olarak söz edeceğim), kendisiyle ilk samimiyet belirtilerimizin doğmasından kısa süre sonra, bizim evimize geldiğinde, garip bir suskunluk içinde odaları tek tek incelediğini hissettirdi. Bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını anlamamı ister gibiydi.

Sonra samimiyetimizin sınırları, alınganlık riskini azalttığı ölçüde bana önce imalarla, ardından da açık açık temizlik konusunda uyarılar yapmaya başladı.

Oysa ben kendimi hep temiz biri olarak gördüm. Evimiz temizdi aslında. Ama meğerse çok temiz değilmiş. Komşum Semra’nın deyişiyle “temiz, ama tertemiz değil”…

*    *    *
Meselenin ne olduğunu Semra’nın ev temizliği sırasında ona uğradığım bir gün gördüm. Size nasıl anlatsam? Bir fırtına, bir tayfun, bir deprem vardı sanki evde.

Bir taraftan benimle konuşuyor, sohbet aralarında şarkı mırıldanıyor, hatta göz ucuyla televizyona bakıyor, ama o sıralarda ve geride kalan bütün zamanlarda anlatılmaz bir sürat ve beceriklilikle odaları temizliyordu.

Ama ne temizlik Tanrım!..

‘Görünürdeki her yer’ tertemiz oldu, ama iş bitmedi.

Perdeler, duvarlarda asılı tablolar ve duvarlar, hatta tavanlar bile temizlendi…

Üstelik benim elektrikli süpürge kullandığım yerlerde o ninesinden kalma süpürgesini, hatta bezleri, neredeyse ellerini kullanıyordu. Neden? Çünkü elektrikli süpürge her zaman iyi temizlemiyordu!

Temizlik fırtınası hızlanarak devam ediyordu.
Parıl parıl parlayan camlar ve pencere pervazları…
Ve balkon. Saksılar, çiçekler…
Oysa biz Rusya’da kış yüzünden (belki burada “yüzünden” değil “sayesinde” demem gerekirdi) balkonları altı aylığına unutma eğilimindeyiz.
Ve kapıların kimseye görünmeyen üst yüzeyleri. Ve buzdolaplarının arka tarafları…
Ve evire çevire dövülen halılar…
Halılardan ve duvarlardan nefret ediyorum!..

*    *    *
Biliyor musun, bu kadar titiz tavırlar, genellikle önce hayranlık uyandırıyor. Sonra insana ‘ilginç geliyor’. Ardından da yavaş yavaş sinir bozucu bir hal almaya başlıyor.
Ben de bu sırayla içimdeki tepkileri izlemeye koyuldum.
Bir noktada şöyle bir sessiz cümle kurduğumu hatırlıyorum:
“Acaba bu kadın kitap okumaya ne kadar zaman ayırıyor?”
(Sonraları bir gün bu soruyu kendisine sorduğumda bana verdiği cevap şuydu; “Şekerim, işler-güçler, çoluk-cocuk derken bir de kitap sıkıntısına katlanamıyorum; nasıl olsa televizyon bir sürü eserin uyarlamasını gösteriyor.”)
Ama aslında benim yaptığım, bir tür üste çıkma kurnazlığıydı. Yani bir kadın, temizliğe böylesine tapıyorsa ve neredeyse hayatını adıyorsa, entelektüel beklentileri çok sınırlı olmalıydı. Veya tam tersi: Entelektüel hayatı daha üst seviyelerde gerçekleşen bir kadının temizliğe ayıracak bu kadar zaman ve dikkati olamazdı… diyerek onu aşağılamak ve kendi kompleksimi yenmek niyetindeydim.
Bu arada o yıldırım hızıyla (sanırım iki saat gibi bir sürede) temizliği halletmiş, o arada en az birkaç çeşit olması gereken yemeği de büyük ölçüde yarılamıştı (alaycı bir tarzda tatlıyı da unutmaması gerektiğini ona söylediğimde bana hiç kızmadı, tersine hak verdi ve bu konudaki tasarılarını benimle paylaştı)…
Ya bulaşık, ya çamaşır, ya ütü? Hepsi tamamdı.
Onun ‘gündelik’ ya da bazı açılardan ‘haftalık’ dediği temizliği biz Rusya’da yılda birkaç kez (kış öncesi, yeni yıl dolayısıyla, mayıs bayramları arifesinde vs...) yapardık.

*    *    *
Bir şeyler yapmalıydım artık!..
Böyle giderse Türkiye’deki bütün komşularım, arkadaşlarım ve akrabalarım beni eleştirecekti.
‘Temiz değil, tertemiz’ olmaya karar verdim. İlk başlarda çok zorlandığımı ve kendimi bir köle gibi gördüğümü hatırlıyorum. Ama zamanla alıştım ve ben de biraz Türk kadını oldum anlaşılan. Çünkü Rusya’dan misafir gelen arkadaşlarım bana, benim bir zamanlar Semra’ya verdiğim tepkileri vermeye başlamıştı:
“Yahu camlar ancak bir yıl sonra yıkanmayı gerektirecek kadar temizdiler. Neden yeniden siliyorsun onları?”
Semra’nın bir gün bize gelip de şakayla karışık beni kontrol ettiğini hatırlıyorum.
Halıların altında uzun uzun pislik arandı, televizyonun arkaları bile müfettiş parmaklarla denetlendi. Hayır, yeterince temiz değildi ev. “Daha olmamıştı.” Ve ben sümüklü bir ilkokul çocuğu kadar pis hissediyordum kendimi. Üstelik bu yaşına gelmiş bir kadındım. Hem de koca bir ulusu temsil ediyordum. Bütün bunların etkisiyle (eh, biraz da sarışınlıktan) kızardıkça kızarıyordum, başım sarı-kırmızı bir bayrağa dönüşüyordu. Daha doğrusu meşaleye…
“Pis Rus domuzu”… İçimden kendime böyle diyordum. Artık başkalarının gözüyle mi, kendi gözümle mi bakıyordum, orasını düşünmem bile zorlaşmıştı.
Birkaç seans sonra durum değişti.
Semra bana övgüyle bakarak şöyle demişti:
“Bal dök yala!”…
Bu ne demek şimdi? Bal, dökmek, yalamak, hepsi tamam ama bu bir deyim veya atasözü olmalıydı… Hemen sözlüğe bakmam gerekiyordu…
Komşuma da söylediğim gibi, o kadar temizlikten sonra bazı ev hanımlarının öylesine tertipli odalara kimsenin girmesini, gıcır gıcır divanlara kimsenin oturmasını istemez gibi davranmasını çok iyi anlıyorum.
İnsan kendini temizlik ve düzene o kadar verince, işin amacını ve kimin için olduğunu unutup haliyle sürecin kendisini abartmaya vardırabiliyor meseleyi.
*    *    *
En iyisi ‘kadın tutmak’ tabii. Ama eğer sen çalışan kadınsan. Değilsen o da garip kaçar. Çalışmıyorsan işin ne? Temizliğini yap, çamaşır, bulaşık, ütü… Hem vakit geçirirsin böylece.
Doğrusu bazen olası temizlik eleştirileri yüzünden eve misafir çağırmak bile istemiyorum…
Kadınlar arası toplantıların ve kabul günlerinin ana konularından biri bu. Yani temizlik. Temizlik malzemeleri. Yeni çıkan deterjanlar, falan filan… Bu arada evini iyi temizlemeyen ‘pis kadınlar’ın dedikodusu… Sıkça duyulan ve Türkçe’de genellikle “anlat, daha fazla anlat” anlamında yorumlanan “Aaaaaaa!” sesleri…
Affedersin Hakan, bu seferki mektubum belki seni ve bütün erkekleri sıkacak cinstendi. Çünkü malum, temizlik, ‘kadın konusu’. Sizin gibi dünyayı değiştirme amacı taşıyan önemli şahısların günlük yaşamının çok altında bir yerlerde bu iş…
Ama yine de anlamadığım iki şey var.
Birincisi, ev temizliğine bunca dikkat harcayan Türk kadınlarının çoğu kendi güzelliğiyle o kadar ilgili değil. Bu paradoks nasıl anlaşılmalı?
İkincisi, Türklerin evlerinin içi bu kadar temiz ve özenli iken, evden dışarı çıkıp birkaç adım atıldığında bu kadar pisliğin ve özensizliğin açıklaması ne olabilir sence?
Sevgiler, selamlar,
Nataşa