Biliyorum, gündem yoğun

 Biliyorum, gündem yoğun... Faşist kışkırtmalar, ahlaksızca yapılan linç çağrıları, hatta başbakana ‘suikast niyeti’... 3 Ekim yaklaştıkça, herkes elindeki son büyük kozu da masaya sürmeye çalışıyor. Diyeceksiniz ki, "derin olanın kozu biter mi?" Siz de haklısınız. O ne 6-7 Eylül’ler, ne 1 Mayıs’lar, ne Maraş’lar tezgâhlamış... Kolayca safdışı olmayacağı aşikâr. Ama biliyoruz ki, imkânsız değil!

 Biz yine Eylül boyunca devam edeceğiz, dediğimiz şeye dönelim...

 Geçen yazıda, hareketin birçok bakımdan ‘genç’ oluşundan, tarihsel birikimden yoksunluğun beraberinde getirdiği sınıf mücadelesini ‘el yordamıyla’ yürütme çabasından, darbenin beklenenden ya da hayal edilenden çok daha şiddetli olmasının yarattığı travmadan, başlangıçtaki şaşkınlığın atlatılmasıyla birlikte girişilen ilk ‘toparlanma’ faaliyetlerinden söz etmiştik.

 Evet, en son ‘toparlanma süreci’ diyorduk...

 Bu dönemde yaşanan tuhaflıklardan biri de şuydu... Yönetici-militanlar topluca değil, aralıklarla tahliye oldular. Lakin, tahliyeler, hareketin hiyerarşisi içinde büyük ölçüde alt sıralardan üst sıralara doğru gerçekleşti. Bunda ne var, diyeceksiniz. Ama bir yönetici-militanın yaptığını, ondan bir süre sonra çıkan daha üst düzey yöneticimilitan ya baştan ele alıp yeniden şekillendirmeye girişiyor, ya da yok sayıyordu. Yapılan işlerin sürekliliği bir türlü sağlanamadı. Tabii bu da yeni ‘bırakıp gitmelere’ neden oldu. Sanki sayımız çok fazlaymış gibi... Hasılı, herkesin elinde bir tuğla vardı ama duvar bir türlü örülemiyordu.

 O dönemin önemli meselelerinden bir de yurtdışıydı. Yurtdışıyla, siyasi olduğu kadar psikolojik komplikasyonları olan bir ilişki oluştu. Yurtdışındaki yapılanma, daha ziyade 12 Eylül’ün ardından ülkeyi terk eden, terk etmek zorunda kalan kadrolardan (hatta sempatizanlardan) oluşmuştu. Genel tavırları, içerde oluşacak siyasi iradeye tabi olma yönündeydi. İçerdekilerin de aklından geçen farklı değildi. Bir taraf (yani içerdekiler), "çektiği onca cefanın ardından, faşizm koşullarında binbir riski göze alıp yeniden hareketi oluşturma çabasındaydı", diğer taraf -tamam, çoğu kıymetli arkadaşlarımızdı ama"metropollerde güvenlik ve refah içinde yaşıyorlardı". Manzara kabaca böyle tarif edilince, tuhaf ve neredeyse ‘yüz kızartıcı’ bir işbölümü oluştu. Yurtdışının misyonu, ‘işlere’ hızla finansman sağlamak noktasına sürüklendi.

 Bununla da kalmadı... Hem dışarda oluşan ayrışmalar içerde, hem içerdeki bölünmüşlük hali dışarda karşılığını buldu. Ortaya tam bir kaotik durum çıktı. Bir kısım içerdeki bazı dışardakilerin safındayken, kimi dışardakiler de bazı içerdekilerle birlikte davranıyordu.

 Dışarının kendine özgü sorunlarıyla içerinin giderek çetrefilleşen meseleleri birbiri içine girdi. Özetle söylemek gerekirse, -şimdilerdeki moda tabiriyle‘kriz yönetimi’nden sınıfta kaldık.

 70’li yıllardan o güne kalan ‘ağır’ bir miras vardı: ‘Geçmişi inkâr’ kültü. O yılların önde gelen hareketleri, hep geçmişin mirasına sahip çıkarak ivme kazanmışlardı. 12 Mart döneminin devrimci mirası, her şeye rağmen spektaküler bir kahramanlık hikâyesiydi.

 Burada bir parantez açalım... Aslına bakarsanız, bu ‘mirası sahiplenme’ iddialaşması, 70’li yıllar boyunca da devrimci hareket(ler)in elini kolunu bağlayan bir ‘yük’ haline dönüşmüştü. Binbir çelişkisi, sorunları ve fırsatları ile akıp giden bir hayat vardı ama ‘temel metinlere’ bağlılık, yeni yaklaşımların sık sık önünü kesiyordu. Gerçi zaman içinde, ‘geçmişi aşan’ bir söylem bir kısım hareketin teori ve pratiğine hâkim olduysa da, ortalama militanın kafasında çözülemeyen bir ya da birkaç önemli soru işareti hep kaldı.

 80’lere dönersek... Mirası sahiplenme tavrı, o yıllarda da ilk baskın yaklaşımdı. Bunun neredeyse otomatik sonucu da geçmişte yapılanların, adeta kronolojik düz bir çizgi halinde tekrarı oluyordu. Birçokları için formül basitti: "Yenildik ama bu yanlış yaptığımız anlamına gelmiyor. Ders çıkarmamız gereken zaaflarımızdan arınarak yeniden başlayabiliriz!"

 Peki nasıl?

 O zamanlar yola nasıl çıktıysak öyle! Aynı insanlar, aynı fikirler, aynı araçlar... Kısacası aynı ekipman!

 Bunun pek mümkün olamayacağını söyleyenlerin, ortak geçmişimizi reddetmek gibi ağır bir ithamdan yakasını kurtarması kolay değildi. (Sürecek)