Uzun bir sunumun sonrasında toplantıya bir restoranda devam etme kararı aldık. Müşteri şirketin patronu benim arabama bindi.

Uzun bir sunumun sonrasında toplantıya bir restoranda devam etme kararı aldık. Müşteri şirketin patronu benim arabama bindi. Orta sınıf arabamı görünce kadıncağız bir an boşlukta bulundu ve “Sizin arabanız bu mu?” diye sordu.
Anladım ki orta sınıf arabam bana ve çalıştığım şirkete pahalıya patlayacak. Gidip en lüksünden bir araba aldım. Attıkları kazığı sahtekar bir nezaketle örtmeye çalışan satıcılar Bavyera kokulu arabamı teslim ettiler. Boğaz Köprüsü’nden geçerken kardeşim İsmail koluma dokundu ve “Türkiye’de böyle bir arabaya futbolcu veya artist olmadıkça hiçbir yetim sahip olamaz” dedi.
O sırada 32 yaşındaydım. Arabalara bir araç olarak bakacak akla sahiptim. Hatta kaportanın bükülme tarzına göre “farklılaşan” teneke parçalarına atfedilen hastalıklı önem o zaman da midemi bulandırıyordu.
Yeni arabam parasını hemen çıkardı. Onu gülümseyen insanlar dünyasına park ettim. Otoparkçılar tebessümle açtılar kapımı; otel görevlileri saçma şakalarıma kahkalar attılar, Teşvikiye trafiğinde karşılaştığım yavşak tanıdıklarım; bana aynaya bakar gibi bakıp yavşak yavşak sırıttılar.
5 yıldır patronum. Ondan daha uzun bir süredir de yöneticiyim. Bir muhasebe yaptığımda kendimi Barış Manço’nun şarkısında; “hıyar gibi” hissediyorum. Artılarımla eksilerimi toplayınca, geriye ak sakalımdan başka bir şey kalmıyor. Ödemelerim dışında hayatımda düzenli olan hiçbir şey yok. Bir yetim olarak o arabaları kazanmanın bedelini kendimi harcayarak ödüyorum.
Dükkandaki 20’li yaşlardaki bir çocuk anlattı. Yaşıtı bir arkadaşıyla karşılaşmış. Arkadaşı onu evine bırakmayı önermiş. Bizimki arkadaşının arabası olmasına bile şaşarken bir de ne görsün; 300 bin Euro’luk bir “araba”nın kapıları açılmasın mı? Hayret ve kıskançlıkla anlatılan bu anıya; başka bir anıyla yanıt verdim.
Zamanın birinde Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin yakışıklı oğlu ile ahbap olmuştum. Amerika’daki tahsilini yeni bitirmişti, beden eğitimine ve Kıta Jazz’ına büyük önem veriyordu. Çabucak ortak bir dil tutturduk. Delikanlının hayalinde büyük bir reklam kampanyası vardı. Bu kampanya hemen o ay başlamalıydı.
Hazırlıklara giriştik. Eksiksiz bir sunum hazırladık ve kalabalık bir ekip olarak şirketin kapısını çaldık. Sunum başarıyla tamamlandı. İskandinav bir mimara tasarlatılan minimalist toplantı salonunu minimal mutluluklar sardı.
Derken bir kapı açıldı ve Emrah Ablak’ın karikatürlerinden çıkmış, iri yarı bir adam içeri girdi. Ders yapacağım diye odaya kapanıp porno izleyen oğlunu suçüstü yakalamış gibi ters ters bakarak; “Burada ne oluyor?” diye sordu.
Anladım ki bu adam bizim oğlanın babası. Sunumu tekrarladım. Baba kıpırdamadan dinledi. Sonra da kampanyayı çok beğendiğini, Allah izin verirse 2020 yılında yapacaklarını söyledi.
Ne yapacağımı şaşırdım ve delikanlıya sorgulayan gözlerle bakmak istedim. Nafile, bizimki boynunu bükmüş; dünyanın en ilginç şeyiymiş gibi minimal masanın yüzeyine bakmaya başlamıştı. Baba odaya girince ne jazz kalmıştı, ne beden eğitimi.
O an garip bir mutluluk sardı içimi. Babam ben 13 yaşındayken ölüp gittiği için, hayatımda ilk kez mutlu oldum. Ve yine garip bir şekilde bu çok zengin delikanlının haline üzüldüm.
Bir okurum bana “Nasıl böyle yürekten yazıyorsunuz?” diye sordu. Okura yazarı güzel görünürmüş. Ben kim, yürekten yazabilmek kim... Ama yine de bu soruyu doğru kabul edip, bir yanıt vermem gerek okuruma.
Ben yetim olduğum için yürekten yazıyorum. Bütün sırrım bu. Ne yaparsam kendim yaptım ve kendim yapacağım. Kimse benim önüme hazır lokma koymadı, koymayacak. Sadece kendim gibi yetimleri seveceğim, sadece onları düşüneceğim, sadece onlara aşık olacağım. İşte bu nedenle yürekten yazıyorum.
Müritleriyle var olanlarda mürşitlerin yüreğini ara ki bulasın; soyağaçlarında öyle çok baba var ki. Her iki taraftaki milliyetçilerin babalanmalarının ardında da görkemli babacıkları var, çocuk döven polislerin de, parası olana liberallerin de...
Hrant Dink’i Ermeni olduğu için öldürmediler, yetim olduğu için öldürdüler. Kimseye sığınmadığı, doğru bildiği yolda delikanlı gibi yürüdüğü için öldürdüler.
Ünlü bir Ermeni yazarımız daha var örneğin, nasıl da keyifli şeyler yazıyor. Çünkü bu bey tarikatçı babasının kucağındadır ve o kucaktan yetimleri taşlamaktadır.
Babalılar için “sınıf” beyhude bir kavram. Gelin görün ki aynı kişiler, bindiği arabanın, uçaktaki koltuğun, kolundaki saatin bile sınıfına dikkat edecek kadar “sınıf meraklısı” değill mi?
Bu nedenle babalılar Türkiye’deki vaziyete “devrim” derken, devrimciler gülerek “devr-i daim” der. Çünkü mesele ne dindir, ne milliyet... Mesele sadece yetim olmak veya olmamaktır.
Yoksullar yetimdir. Ezilenler yetimdir. Gösterişli plazalarda it gibi çalışıp her an işten atılacak delikanlılar, genç kızlar yetimdir. Belki de tüm kadınlar yetimdir. Eşcinseller yetimdir. Devrimciler yetimdir. Sokaklar yetimdir.
BirGün yetimdir. Otoparkta bekleyen 300 bin Euro’luk arabası yoktur.
Ama işin ilginci, mutludur da.
Ve sanırım tüm babalıları kıskançlık krizine sokan da işte bu sonsuz mutluluktur.