“Halkımızın” devrimcilik, devrimci mücadele ve sosyalizm gibi siyasal uğraşlara ve bu uğraşların içinde yer alanlara nasıl baktığı,

“Halkımızın” devrimcilik, devrimci mücadele ve sosyalizm gibi siyasal uğraşlara ve bu uğraşların içinde yer alanlara nasıl baktığı, önemli, ama pek fazla tartışılmayan bir konudur. Kuşkusuz, “halk” çok genel bir kavramdır ve “halkın” tutumu dönemlere göre önemli farklılıklar gösterebilmektedir.
Devam etmeden önce, okurun hoşgörüsüyle kişisel bir anı:
1983 yılında Çanakkale cezaevinin tecrit bölümünde “adli suçlularla” birkaç gün geçirdim. Aralarında, Çanakkale’nin yerlisi, “Kulüpçü (veya “Çingene”) Nedim” diye bilinen hoş sohbet biri vardı. Anlattıkça anlatıyordu. Örneğin, Çanakkale’de bir takımda futbol oynarken, genelevde dostu varmış. Maçlardan sonra dostuna gidermiş. Dostu da bir futbolcuyla yakınlığını cümle âleme göstermek için Nedim’in 6 numaralı formasını yıkayıp genelevin önüne asarmış. Sonuçta, “kulübün şerefini iki paralık ettiği için” Nedim’i takımdan uzaklaştırmışlar...
Nedim, buna benzer birçok anısını kendine özgü diliyle anlattı. Şimdi neden içerde olduğu sorulduğunda, İzmir’deki bir başka dostunun kendisine “yamuk yaptığını”, bunun üzerine öfkelenip kadını yaraladığını söyledi.
Bir ara gözleri bana takıldı: “Kardeş, hiç konuşmuyorsun; senin cezan ne kadar?” Cezamın 7.5 yıl olduğunu söylediğimde ciddileşti. Belki beni kendi bildiği işlerde kendisinden de “sıkı” biri sanmıştı. Merakla sordu, “peki suç ne?”. Suçumun “komünizm propagandası” olduğunu söylediğimde, yüzünde şaşkınlıkla karışık bir acıma ifadesiyle şöyle diyebildi:
“Değer mi be kardeş, değer mi!”
• • •
Tutup halkımızın başka halklara hiç benzemediğini söyleyecek değilim. Ama kimi ilginç özellikleri olduğunu herhalde kabul ederiz. Örneğin, yabancı bir halk bilimcisi türkülerimizi incelese, bu türkülerde sıkça geçen “zaptiyeler sarmadan”, “devriyeler basmadan” gibi sözlerden hareketle insanlarımızın yasadışı işlere öteden beri meraklı olduğunu düşünebilir. Ancak biraz daha ilerlerse, zaptiye ve devriye kaygısının büyük ölçüde oturak âlemleriyle ilgili olduğunu keşfedecektir.
Elbette, bir de Aziz Nesin’in tespiti vardır: Bizim insanımız mücadele edeni sever de, kendisi pek mücadele etmez (Bir Sürgünün Anıları).
Okur, buraya kadar söylenenlerden hareketle, yazının halkımıza yönelik bir umutsuzluğu, hatta sevgisizliği dışa vurduğunu düşünebilir.
Böyle değildir.
Sadece, gerçekliğin bir yanı üzerinde durulmuştur, o kadar.
Ya diğer yanı?
• • •
Birincisi: 1980 öncesinde halk mücadele edene, aslında “haklı” ama “mağdur” durumda saydığı kesimlere belirli bir sempatiyle yaklaşabiliyordu. 12 Eylül’le birlikte durum önemli ölçüde değişmiştir. 12 Eylül ve ardından gelen süreç, “halktan” dediğimiz kişilerde yerleşik kimi değerleri önemli ölçüde erozyona uğratmıştır.
Yani, “kabahatin tamamı” kendisinde değildir.
İkincisi: Halktan bir kişinin kendisini aynı zamanda dışarıya karşı güçlü hissetmesi, Türkiye bir yana dünyanın neresinde olursa olsun öyle kolay rastlanan bir durum değildir.
Üçüncüsü: Halktan bir kişinin kendisini güçlü hissetmesi, önce içinde öfke biriktirmesiyle, sonra da yanı başında bir güç görmesiyle mümkündür.
Toparlarsak, bugünkü durum şudur: Yeterince öfkeli olmayan kişi, “helal olsun” diyebildiği bir çıkışa, eyleme, diklenmeye, vb tanık olsa bile yerinden kımıldamamakta; öfke biriktiren kişi de, yakınında “helal olsun” diyebileceği bir duruma tanık olmadıkça birikmiş öfkesini kendine ve yakınlarına çevirmektedir.  
Evet, ajitasyonun belirli bir işlevi vardır; örneğin öfkeyi körüklemekte. Ancak, propagandadan farklı olarak ajitasyon tanımı gereği sınırlı bir kesime yönelebileceğinden, öfke işini salt ajitasyona havale edemeyiz. Başka bir deyişle, öfke yaratmanın, bizim güç ve olanaklarımızı aşan boyutları vardır.
Bu konuda en azından şimdilik, Türkiye’deki gidişatın, bin bir türlü rezaletin, insanlarda biriktireceği öfkeyi veri almak, buna dayanmak zorundayız.
Bununla birlikte, birikmiş öfkeyi hedefine yönlendirecek, öfke biriktirenleri “helal olsun” demenin ötesinde hareketlendirip yanımıza çekecek birtakım işler yapmak elimizdedir.
İşte öfke, ifadesini bizim yaptıklarımızda bulduğunda, birikmiş öfke “helal olsun” övgüsünün ötesinde kabından çıkıp yanımıza ve içimize geldiğinde, Türkiye’de çok şey değişecektir.
• • •
Madem “halkımız” diye başladık, madem Türkiye’nin bir “mozaik” olduğu söyleniyor, birikmiş öfke mahrecini bulduğunda böyle bir “mozaikle” neler yapılmaz ki?
Örneğin, Kürt’ün direncinden ve kararlılığından çok şey alabiliriz.
İsyanımızı “din iman” diye bastırmaya çalışanlara karşı Adanalı olup, yanıtımızı onlar gibi verebiliriz.
Kimsenin aklına gelmeyecek cinlikleri Karadenizli yanımızla biz bulabiliriz.
“Suyun öte tarafına” özgü çalışkanlık ve disiplinle hareket edebiliriz.
İhanete kayanlar olursa, Ege’ye uzanıp Demirci Mehmet Efe, Marmara’ya uzanıp Çerkez Etem (1922’ye kadar) yöntemlerine başvurabiliriz.
Bütün bunlar karşısında şaşkınlığa düşen liberallere de “bunların yaptıklarını Çorumlu yapmaz” dedirtebiliriz.
• • •
Bunları yapabilirsek, “Kulüpçü Nedim” belki de köşesinden çıkıp bu kez şöyle diyecektir:
“Değermiş be kardeş, değermiş!”