Bugün güneş var dışarıda ama soğuk bir güneş, kış güneşi... Sadece insanın içini ısıtan, dışını ise soğuktan titreten bir güneş... Yine de yürüyüş yapmak için ideal. Karanlık, sefil ayların sona ereceğinin bir işareti olan bu güneşin altında yürümek bile insanın kendisini iyi hissetmesi için yeterli.

Ara sokaklardan sahile doğru inerken, aklımda yaşadığımız bu akıl dışı sürecin başka anlamlara gelip gelemeyeceği geçiyordu. İnsanın içini karartacak bu manzaraya bakıp aslında görmemiz gereken bir ayrıntıyı kaçırıyor olabilir miyiz diye içimde doğan kuşkuyu tartarken, karşıma uzun zamandır görmediğim şair bir dostum çıktı. Her zamanki gibi siyahlara bürünmüş ve dalgın bir halde yürüyordu. Yazdığı şiirleri yayımlamaz, karşılaşmadığı sürece kimseyi arayıp konuşmaz, kendi halinde yaşamayı tercih eden esrarengiz bir kadın... Beni yakınlardaki evine davet etti. Gidip gitmemek konusunda hiç tereddüt etmedim, çünkü evinde sihirli kurabiyeleri olurdu her zaman.

Çayla birlikte sihirli kurabiyelerden yiyip balkondan neredeyse devrilecekmiş gibi duran ahşap evi izlerken, konuştuğumuz karamsar konuların tam tersi bir ferahlık sarar genellikle içimizi. Romancı Roberto Bolano’nun da böyle sihirli kurabiyeler yapan bir arkadaşı olduğunu okumuştum. Muhtemelen yaşadığımız bu ferahlığı, sihirli kurabiyelere borçluyuz. Ben yine hükümetin uygulamalarını konuşmaya heves etmiştim ki, susturdu beni: “Bırak artık şu hükümeti tartışmayı. 90’ların iç savaş atmosferi, 80’lerin darbe atmosferinin devamıydı. 2000’lerdeyse travmalarıyla yüzleşmenin kolay yolunu tercih eden toplum, bu hükümeti getirdi başa. Travma üzerine yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, toplumsal hafızadaki bu zayıflık, yaşanılan travmanın şiddetiyle orantılı. Şu an ki iktidar, bu travmayı kontrol altına almak için, yeni bir tarih yazımına girişerek zayıf olan toplumsal hafızayı yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Önemli olan toplumun bu akıl dışı sürece daha ne kadar tahammül edip, hafızasını iktidarların tahakkümünden nasıl kurtarabileceği? Düşünsene, kardeşinin cenazesini toplu mezardan çıkarmak için açlık grevi yapan Hüsnü Yıldız diye birisi var bu ülkede. Geçen gün, nihayet Çemişkezek’teki toplu mezardan kardeşinin cenazesine ulaşıldı. Hüsnü Yıldız, kardeşinin cenazesine kavuştuğu için ‘buruk bir sevinç’ yaşadığını söylüyor. Travmanın büyüklüğünü düşünebiliyor musun? Kardeşine olmasa bile cenazesine kavuştuğu için sevinen ve bunun için 66 gün açlık grevi yapmış bir insan. 17 yaşındayken devletin işkence ederek öldürdüğü Ayten Öztürk’le ilgili yirmi yıl sonra daha yeni fezleke hazırlanmış mesela. Ayten Öztürk’ün babası, Tunceli Alay Komutanı tarafından çağrılarak kızlarından birisi dağa çıkacak, getir de konuşalım diyor ve baba da üç kızını alıp getiriyor komutana. Kızlarından birisi olan Ayten Öztürk, daha sonra kaçırılıp işkenceyle öldürülüyor. Bu hikâyelerdeki gibi, yüzlerce, binlerce hikâyeden bahsedilebilir bu topraklarda. Böylesi darbeler ve katliamlar tarihine sahip toplumların travmalarıyla yüzleşme cesareti göstermesinin kolay olması beklenemez elbette. İktidar partisi, bu travmaların ürünü olan bir parti. Daha doğrusu bu travmalarla beslenerek bu kadar büyüdü. Ama böylesine sağlıksız beslenerek büyüyen bir şeyin, uzun ömürlü olacağı da düşünülemez.”

Bir kâhine sorar gibi, “uzun ömürlü olamayacaksa, sonrasında ne olacak sence” dedim, biraz tedirgin. Tahmin ettiğim gibi o umut kırıntısını da hemen bir kâbusa dönüştürdü: “Dünyaya kafa tutan lider imajı, özgüvenini yitirmiş yığınları bir yanılsama içine sokar. Bu açıdan Putin de, özgüvenini yitirmiş Rusya için aynı anlama geliyor. Türkiye’de de tüm bu iç savaş atmosferi, travmalarla dolu geçmiş ve ekonomik belirsizlikler Putin benzeri bir liderin doğuşuna zemin hazırladı. Rusya’da ne olduysa ya da olacaksa Türkiye’de de benzer şeyler olacakmış gibi gözüküyor. Ama Rusya’nın Çeçen sorunuyla, Türkiye’nin Kürt sorunu aynı şey değil. Hükümet geçici çözümlerle yetiniyor. İç siyasette yaşadığı sıkışmışlık duygusunu, dış siyasette yaptığı hamlelerle dengelemeye çalışıyor ki, bu hamleler onu tehlikeli maceralara da sürükleyebilir.”

Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya benziyor öyleyse bu durum dedim ona. Travmalarıyla yüzleşmekten kaçınan toplum, daha büyük travmalarla karşı karşıya kalabilir böyle giderse. Kurabiyeler yüzünden biraz başım dönüyordu. “Belki de doluya tutulmadan, yani dibi görmeden çare bulmak da mümkün değildir” dediğini duydum sanki.

Kehanetlerde bulunan şair dostumun evinden çıkarken, son kurabiyeyi de ağzıma atmıştım ki, içimde tuhaf bir iyimserlik peydahlandı yeniden. Sahile inmek için daha kararlı adımlar atıyordum artık. Yaşadığımız bu toplumun, travma sonrası kendisine yabancılaşmış bir toplum olduğunu anımsamış olmam, çözüm olasılıklarının neler olabileceğini de gösteriyordu aslında. Edebiyatın bu yüzleşmede oynayacağı rolü görmek için, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatından çıkartılacak çok ders var, olumlu ya da olumsuz. Ama yüzleşmeye öncelikle kendimizden başlamamız gerekiyor. “Matrix” filmindeki Neo’nun mavi hapı değil de kırmızı hapı yutması gibi bir şey...