Fransa'da doktorasını tamamlayan Afrikalı öğrenci için, ülkesine dönünce üst düzeyde bir göreve getirilmek amacıyla özel bir kararname çıkarılmış... Fransız meslektaşım, bunu emsal göstererek, sen de ülkene dönünce benzeri bir düzenlemeyle bir makama sahip olabilirsin deyince, “hayır” dedim: “Türkiye kişiye özgü düzenleme dönemini çoktan geride bıraktı; yasal düzenlemeler, kişilik dışı olup, genel nitelik taşırlar...”

MİT Müşteşarı H. Fidan'ı yargısal süreçten bağışık tutmak için AKP kurmaylarının yasal düzenleme girişimi, 33 yıl önceki anımı çağrıştırdı. (Gerci, 1982 Anayasasında kişiye özel değişiklikler yapılmadı değil).

Güncel konu, bir haftadır yoğun biçimde tartışılıyor. Burada soruna, siyasal  açıdan değil, hukukî yönüyle değineceğim.

"KIRMIZI ÇİZGİ" DEĞİL "KARA DUVAR"
AKP  kurmayları, “anayasal kırmızı çizgi” karşıtı bir tavır sergiler görüntüsü verirken, yasal ve kurumsal düzlemde, “kara duvarlar” örmeye devam ediyor. Mesela, % 10 baraj,  demokrasi ve insan hakları alanında AKP’nin başlıca kırmızı çizgisi. Fakat burada, yargı ile ilgili sadece üç noktaya değineceğim:

-Adlî kolluk: hukuk güvenliği, kişi özgürlüğü ve adaletin tecellisi bakımından çok önem taşıdığı halde, adlî kolluk neden kurulmuyor?

-Bölge Adliye (istinaf) Mahkemeleri: 2004’te yasa ile kurulduğu halde, neden faaliyete geçirilmiyor?

-Özel Yetkili Mahkemeler: Hukuk devleti ve insan hakları bakımından  yol açtığı sorunlar giderek büyüdüğü halde, “istisnai ve anayasa dışı” yetkilerine neden dokunulmuyor?

Eğer, adlî kolluk kurulmayacaksa, istinaf mahkemeleri işletilmeyecekse, Özel Yetkili Mahkemeler aynen kalacaksa, yeni anayasa neden yapılıyor? Yoksa bu konularda ısrar, AKP’nin, 2010 Anayasa değişikliği ile tasarladıklarına henüz ulaşamadığı, yani süreci henüz tamamlayamadığı anlamına mı geliyor?

Bu sorgulama, dikkatleri, “anayasal şeytan üçgeni” tehlikesine yönlendirmeyi haklı kılıyor: 2007, 2008 ve 2010 değişiklikleri ile “kazanılanları” tamamlamak. (Ama bu, ayrı bir yazı konusu).

İKİ KARANLIK NOKTA, İKİ SAKINCA
Geçen ay, E. Genel Kurmay Başkanı İ. Başbuğ’un tutuklanması ile ortaya çıkan hukukî ve anayasal krizde  ana sorun, yargı sürecinin tutuksuz olarak işletilebileceği üzerinde düğümlenmekte idi.  Adı geçen kişinin  Anayasa Mahkemesi’nde yargılanması gereği, Anayasa’dan kaynaklanmakta idi. Yoksa, E. bir GKB’nin yargı sürecinden bağışıklığını kimse savunmuyordu.

MİT Müsteşarı Fidan olayı, MİT’in dünden bugüne, işlem ve eylemlerinin, kendi varlık nedeni ve göreviyle bağdaşıp bağdaşmadığını sorgulama vesilesi yaratmadı değil. Mesela, “muhalif” entelektüelleri izleme ve raporlama görevini üstlenmiş olması veya istihbarat adına suç oluşturan olaylarda “provokatör” konumuna kayması... (Kürt sorununun çözümüne katkı olasılığı, hukuk dışı davranış ve eylemleri haklı kılmaz.)

Eğer, MİT müsteşarının yargı sürecinden bağışık tutulması amacıyla özel bir düzenleme yapılırsa, bu, iki önemli sakıncayı beraberinde getirecek:

-Kişiye özgü yasal düzenleme ile, ancak demokrasi yoluyla kurulabilen hukuk düzeninin özünü zedelemek,

-Yasa dışına kayma olasılığı çok yüksek olan bu kurumu, hukuk devletinin asgari gerekleri dışında tutmak.

Kişiye özgü düzenleme, Afrikalı doktoralıya ilişkin düzenlemeden daha vahim. Çünkü, oradaki bir kişiye ayrıcalık tanıyan düzenleme, yerini burada, hakkında suç islediği şüphesi bulunan kişinin sorumluluktan bağışık tutulmasına bırakıyor. (Aslında bu süreç, -üst ve astları dahil- muhatabı açısından da sorunlu; çünkü, aklanma olanağından yoksun kılınıyor. Buna karşılık, “özel yetkili mahkemeler nasılsa tutuklar”  kaygısı baskın ise, o durumda, “kara duvar”ın vahameti daha da gün yüzüne çıkmış oluyor…)

SEÇİLENLERİN SAMİMİYETİ VE SORUMLULUĞU
Yasa dışına kayma riski yüksek olan bir kurumun denetlenemezliği ise, ne hukuk devleti ile bağdaşır ne de demokrasi ile. Tam tersine, bununla, “paralel ve derin devlet” varlığına “yasal zemin” oluşturulmuş olur. (Bu durumda, şu sıralar, K. Evren ve T. Şahinkaya’ya yöneltilen, darbe için “koşulların olgunlaşması” suçlaması da samimiyetini yitirir...)

Acaba şu soruya siyasal kaygılarımız dışında kalmak suretiyle olumlu yanıt verebilir miyiz? 33 yıl önceki Türkiye’ye yakıştırılamayan bir uygulama, bugün haklı gösterilebilir mi? Üstelik 1979'da, hızlı bir biçimde darbe  ortamına doğru sürüklenmekte olan bir Türkiye vardı.

Sorunun özü şu: Hukuk devletinin  gerekleri üzerine  asgari bir inanca  sahip olan “seçilmişler”, yüzyıllardır oluşturulmaya çalışılan eşitlik, genellik, demokratik denetim ve adil yargilanma gibi temel ilkeler üzerinde oynama yetkisini kendilerinde göremezler...