İki yiğit insanın ölümsüzlük uykusuna yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’nı ziyaret ettiğinizde içinizi hem garip bir heyecan, hem de derin bir hüzün...

İki yiğit insanın ölümsüzlük uykusuna yattığı Pere Lachaise Mezarlığı’nı ziyaret ettiğinizde içinizi hem garip bir heyecan, hem de derin bir hüzün kaplar. Heyecan ve hüznün adımlarınıza eşlik ederek gittikçe artması ise bir an önce kavuşma isteğinizi kamçılar. Yıllardır görmediğiniz, hasretini çektiğiniz dostlarınıza bir an önce sarılmak istercesine koşturduğunuz bu yerin bir mezarlık olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü orada yatan iki insan hepimizden bir parça taşır ve hepimiz de onlardan bir parça taşırız. Sevginin ve inancın insanda ölümsüzleştiği, yeniden anlam kazandığı anı yaşarsınız burada. Gözlerinize düşen birkaç damla ıslaklık ise paylaştığınız bu anın sembolü oluverir. Kendiniz gibi yüzlerce insanın bu anı, aynı yerde paylaştığını ve yaşadığını bilmek ise sevgide ortaklaşmaktır. Ellerinde çiçeklerle gelen ve küçük kâğıt parçalarına mesajlar yazarak mezarların üstüne bırakan insanlar, tek bir şey yazmışlardır: Sizleri hiç unutmadık. 
Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya’nın yattığı mezarlarının üstünde bu mesajları okumak bana sorarsanız en büyük mutluluklardan biridir. Sadece iki gün kaldığım Paris’te onları ziyaret ederek bu mutluluğu hem yaşadım, hem de paylaştım. İlk önce Yılmaz Güney karşıladı bizleri. Bırakılan taze çiçekler, onlarca metre öteden onun mezarı olduğunun bir işaretiydi. Yürürken hepimizin gözünde Yılmaz   Güney’in sol yumruğu havada olan o bilindik resmi vardı. Yaklaştıkça o resim büyüdü gözümüzün önünde. Biz onu, o da bizi selamlıyordu. Başucunda onunla yan yana durarak geçirdiğimiz dakikalar içinde herkes kendi içinden yaptı sohbetini. Paylaşılması ve söylenmesi gerekenler sessizce paylaşıldı. Yanından ayrılırken bir sonraki buluşma için yeniden sözleşerek, misafiri olacağımız Ahmet Abi’ye doğru yola koyulduk.
Mezarlığın yokuşunu hızlı adımlarla adımladık. İlk ziyaretimi Ahmet Abi’ye yıllar önce Gülten Abla ile birlikte yapmıştım. Ama daha dün gibiydi sanki. O yokuşu, tüm sevdiklerimi yanıma alarak yeniden tırmanıyordum. Yıllar önce yaptığımız o ziyaret günü gibi yine hava ıslak ve soğuktu ama yeniden kavuşmanın özlemi ve heyecanı hepimizi sarıp sarmalamıştı. Yaklaştıkça ısınıyorduk. Ahmet Abi’nin mezarı tıpkı Yılmaz Güney’inki gibi uzaktan çiçeklerle selamlıyordu bizi. Önündeydik artık ustanın. Cebinde taşıdığı kefeni ile yatıyordu. Küçük kâğıtlara yazılmış kocaman mesajlar mezarın her yerindeydi. ‘Sizleri hiç unutmadık’ yazılı mesajlar yağmura inat öylece duruyordu. Yıllar önce henüz mezarı yapım aşamasındaydı, şimdi ise yüzü, sazı, şarkıları ve ülkesi hepsi mezarındaydı. ‘Hoşçakal Sevgili Ülkem’ yazılı sözleri yaşananları ve yaşatılanları anlatıyordu. Gözlerimin önünden akıp geçen o linç anlarını düşünmeden edemedim. Oysa bugün onun linçini organize edenler, sessiz kalanlar, Onuncu Yıl Marşı eşliğinde hazır olda duranlar, bir bir günah çıkarıyorlar. Ahmet Abi’nin yanından ayrılırken arkamızdan ‘Hoşcakalın gözüm’ dediğini düşünmek ve duyumsamak hepimiz için unutulmaz bir andı.
Biz ayrılırken akşam karanlığı yavaş yavaş çökmeye başlamıştı. Mezarlığı saran kuş cıvıltıları gittikçe çoğalıyordu. Mezarlıkta yatan herkesin bir kuşu olmalı diye düşünmemek elde değildi. Onları arkamızda bırakırken yalnız olmadıklarını ve bizden sonra yeniden misafirlerini karşılayacaklarını bilmenin iç huzuru ile ayrılıyorduk. Mezarlığın kapısından çıkarken, elinde çiçekleri ile kapıdan içeri giren iki genç akranımız bizleri yanıltmıyordu. Şimdi bizim yaşadığımız heyecanı onlar yaşıyor olmalıydı. Kim bilir belki de onlar Nazlıcan ile Bedirhan’dı.