HAYRANLIK beslediğim bir gazete olan BirGün'ün okurlarıyla doğrudan doğruya konuşabilmek gibi ender elde edilebilecek bir fırsata sahip olduğum için çok sevinçliyim. Bence Türkiye,...

HAYRANLIK beslediğim bir gazete olan BirGün'ün okurlarıyla doğrudan doğruya konuşabilmek gibi ender elde edilebilecek bir fırsata sahip olduğum için çok sevinçliyim. Bence Türkiye, bölgede olup biten her şeyi etkileyen ve bu etkilerin sonuçlarının küresel geleceğimizde de kendini göstermeye devam edeceği eşsiz önemde bir jeopolitiğe sahip. Arkadaşlar, meslektaşlar, yoldaşlar ve Türkiye halkıyla, hepimizi etkileyen bölgesel ve küresel meseleler hakkında doğrudan doğruya konuşabilmek bir ayrıcalık. Benim için en önemlisi ise, Türkiye'nin gençlerine ulaşabilmek ve küresel endişelerimizi onlarla paylaşabilmek. Geçmiş yıllar boyunca kendilerini yakından tanımaktan çok memnun olduğum Türkiyeli aydınlar, sanatçılar ve yazarlarla sohbet etme ve onlardan bir şeyler öğrenme fırsatım oldu. Orhan Pamuk ve Elif Şafak gibi cesur ve yaratıcı yazarlar, Nuri Bilge Ceylan gibi dünya çapında ün salmış sinemacılar, Türkiye'yi artık sadece kendisine özgü veya yerel olmayan, ancak hepimizi küresel olarak kapsayan bir ahlaki hayal gücünün parçası haline getirdi. Türkiye'nin çok önemli bir role sahip olduğu bu küresel meseleler hakkında bu sütunlar aracılığıyla bir şeyler söyleyebilecek olmamın bana kendimi ne kadar şanslı hissettirdiğini bilemezsiniz. İçimden, sizlere, kendisine çok şey borçlu olduğum Edward Said üzerine önceden yazılmış bir yazıyla "merhaba" demek geldi. Merhaba!

Çok mutlu bir azınlık, Edward Said'i bir arkadaş, çok daha azı bir meslektaş, bundan da azı ise bir yoldaş, bir komşu olarak nitelendirme ayrıcalığına sahip olmuştu. Bir eş, baba, amca ve kuzen de olan Sa-id'e yaklaştıkça, onun o samimi insanlığı, sıradan sadeliği ve o tatlı, kendini hemen sevdiren kucaklayıcı karakterinin sahip olduğu görkemi nasıl da renklendirdiğini fark ediyordunuz. Posta kutularımız hâlâ onun çöpe atılamayacak kadar önemli, paylaşılmayacak kadar da özel yazılarıyla dolu: değerli sözleri, vakitli tesellileri, espri yeteneği, en önemsiz konuda bile sorduğu soruları ve paha biçilmez tavsiyeleri... Hepimiz, onun o bonkör çatısının etrafında uçan kuşlar; o yüksek dağın yamaçlarında otlanmaya çalışan küçük yaratıklardık.

Davamızın prensi, çaresizlik içindeyken aklımızı kaybetmememizin sebebi, acımızın tesellisi ve insanlığımıza dair umudumuz olan Said, artık yok. Ama onun sayesinde, biz göçmen entelektüeller, başka soylar ve ülkelerden kardeşlerimizle el ele tutuşarak, korkunç ve çirkin bir kaderin karşısında durabilecek ve ona "HAYIR!" diyebilecek cesaret ile güveni kazandık. Bugün bir grup isyankâr ve asi arasında ortak bir amacın yarattığı dayanışma var. Yahudiler, Hıristiyanlar, Paganlar, Hindular, Müslümanlar, ateistler, agnostikler, yerliler ve göçmenler... Hepsi Edward Said'in sesinin yankısına karışan bir koroyla, hakikâtin şarkısını söylemeye devam ediyor.

Ben, eleştirel zihninin kaynağını ve yaklaşımını Edward Said'in Şarkiyatçılık (1987) isimli kitabı üzerinden işaretleyen bir göçmen aydınlar neslinden geliyorum. Eleştirel karakterimizin biçimi, muhalifliğimizin tonu, siyasetimizin deseni ve de cesaretimizin mizacı o kitabın içinde saklı. İran Devrimi'nin yılında, 1979'daydık. Pennsylvania Üniversitesi'nde lisansüstü öğrencisiydim ve bizi Said'in olağanüstü başarısıyla tanıştıran Samuel Klausner'la birlikte Şarkiyatçılık'ı büyülenerek okuyordum. Aynı anda o yarı aydınlık, ufak yurt odamın önündeyse İran'da patlak vermiş bir rehine krizinden dolayı olacak, "İran'a atom bombası at, İranlıları sakatla!" sloganları atan Penn öğrencilerinin sesleri duyuluyordu.

Şarkiyatçılık'ı o ders programından, Edward Said'i de bilincimizden çıkarın; o zaman benim göçmen aydınlar kuşağımın tamamı, kronik melankoliye tutulmuş bir tutam şevki kırık ruh olurdu. Doktora çalışmamı tamamladığım yıllardan sonra, İslam veya İran düşünce tarihi hakkında yazarken Şarkiyatçılık'ı düşünmediğim tek bir an bile olmadı. Edward'i önce Şarkiyatçılık kitabıyla, sonra da Filistin hakkındaki yazılarıyla tanıdım. Oradan da, İran devrimi hakkındaki özgür-leştirici fikirleriyle tanıştım, yazdığı her makaleyi ve kitabı az sonra savunmasını yapacak bir doktora öğrenci-siymişim gibi tekrar tekrar okudum, su gibi içtim.

Edward Said sayesinde, biz göçmen entelektüeller, varlığından daha önce haberdar olmadığımız yoldaşlarımızla tanıştık. Asya, Afrika ve Latin Amerika, birdenbire uzaktaki evlerimizin birer uzantısı haline geldi. Biz Asyalılar, Latin Amerikalılar, Araplar, Türkler, Afrikalılar, İranlılar, Ermeniler, Kürtler, Afganlar ve Güney Asyalılar, birdenbire farklı kökenlerimizin sınırlarını aşarak, ortak amacımızın dayanışması altında bir araya getirilmiştik.

Columbia'ya geldikten dört yıl sonra bile, o destansı, ikon haline gelmiş Edward Said ile arkadaşlığımın giderek ilerlemeye başladığı Edward'i bağdaştırmakta zorluk çekiyordum. Sanki dünyanın geri kalanının bir "Muhteşem Edward Said" varken, mutlu bir azınlığın başka bir Edward'i vardı. Bu ikisi tamamen bağdaştırılamaz değildi ancak kafamda bir soruyu oluşturuyordu: Böylesine ölümlü, ulaşılabilir ve narin biri, nasıl oluyordu da bu kadar efsanevi ve anıtsal bir küresel figür haline gelebiliyordu?

Edward Said, umudun cisimlenmiş hali gibiydi. Yıllar önce, açık kalp ameliyatı olduğum zaman, ve şimdi aramızda olmayan sevgili arkadaşım ve meslektaşım Magda El Novaihi'ye yumurtalık kanseri teşhisi konduğunda, Edward'm bizi sürekli arayarak, yeni kitaplar göndererek ve "postmo-dernizmlikleriniz" dediği şeyle dalga geçerek verdiği destek inanılmazdı. Magda kanseriyle, küçük çocukları birer genç haline gelene kadar savaştı. Ben de doğuştan gelen kaderimle mücadele ettim ve hayatta kaldım. Edward'la yakınlaştıkça, onun o kahramansı karakterini oluşturan şeyi bulmakta zorlanıyordum, artık o yüksek dağa çok yakındım çünkü ve onun lütfuyla doluydum. Otobiyografisi Yersiz Yurtsuz'da (1999) bu sırra dair ipuçları ararken bile, Edward'la ilgili her şeyin çok sıradan, ama bir o kadar da, hayatın her zaman sıradan olan olaylarıyla oluşturulmuş sıradışı bir macera olduğunu fark ediyordum. 1935'te Filistin'de doğan ve Arap dünyasındaki milyonlarca Filistinli gibi sürgün hayatı yaşayan biriydi o. New England daki Mount Hermon Lisesi'ne, oradan da Princeton ve Har-vard'a giden Said'in hayatında, onun zamansız ölümüyle ardında bıraktığı destansı figürünü açıklamamıza yarayabilecek "sıradışı" hiçbir olay yok. Edward sıradan bir adamdı. Edward bir devdi.

Edward Said'i yakından tanımak, kahramanların nasıl dünyanın en sıradan ve fani gerçekliklerinin etiyle kemiğinden yapıldığını anlamakla eşdeğerdi. Bir Filistinli, bir sürülmüş, bir akademisyen, öğretmen, meslektaş, eş, baba, arkadaş... Bunların hiçbiri, bu tutarsız dünyanın üzerinde söz-birliğine varmayı başarabildiği, ahlaki bir yaşamın kanıtı olarak yükselen Edward Said'in yüce figürünün açıklaması olamıyor. Sürgün onun kaderiydi ve o bunu hayatının meyvesi haline getirdi; bu meyveyi de, sürekli bir sürgün halinde yaşayan dünyamıza bir hediyeymişçesine sundu. Edward Said'in üstün olduğu şey, o mutlak yalnızlığının içinde asla tek başına olmamasıydı. Onun erdemi ve özgürleştirici bilgisi, her türlü sınırı kolayca aşıyordu. Said çok doğru söylemişti, o her zaman biraz yersiz yurtsuzdu. Ama onun bu hali, sadece sürülmüş olduğu yerdeki yanlışların berraklaşmasına yarıyordu.

Said'in mirası, doğmuş olduğu bölgeyle üzerine yapışan bir belayı, evrensel bir erdeme dönüştürmesinde saklı. Filistin'de doğan, Filistinli olmaktan gurur duyan, ama o topraklardaki atalarına dayanan iddiaları sahiplenmeyi reddeden, babasının Amerikan rüyası sonucu ABD'de eğitimine devam eden Said, bu rüyanın ardındaki gerçekleri haykırmaya başladı ve kaderinin kaçınılmaz gibi görünen koyu yolunu dönüştürerek, bunu umutla beslenen koca bir neslin devasa idolü haline getirdi. Edward Said'in hayatı, insanlık tarihinin en çok zulme ve iftiraya uğramış insanlarının yakınlığıyla örülmüştü ve sırtında bu acıların belgesini taşıyordu. Tam da bu yüzden, onun yaşamı ve mirası, bu yakınlıktan soyutlanamaz. Öncelikle bir Filistinli, yerinden edilmiş, mahrum bırakılmış bir Filistinliydi konuşan. Hikâyesinin sıradanlığı (özellikle otobiyografisinde ilk gençliğinden ve kardeş kavgalarından bahsettiği zamanlar), amaçlı propagandalar sonucunda evlerinden kovulmak üzere insanlıktan çıkarılmış bir halkın itibarını geri kazandıracak tek gerçeklikti belki de. Bir eleştirmen ve akademisyen olarak biriktirdiği çok yönlü başarılar, evrensel hümanizmi, bir müzisyen, teorisyen, siyasi aktivist olması bile; onun tüm kalbiyle ve sürekli olarak "halkım" dediği insanların kaderiyle yaralanmış bir Filistinli oluşunu gölgede bırakamıyordu.

Ama Edward Said, sadece bir Filistinli değildi. Edward Said, umutsuzluğun ve insanlıktan çıkarılmanın olağan hale geldiği bir dönemde; bir ikon, kusursuz bir ahlak örneğine dönüştü. Said sadece bir Filistinli değildi. Ama Edward, yaptıklarıyla hepimizi bir Filistinli gibi hissettirebildi. Herkesi, vahşi bir güç oyununun delirmiş kuralları yüzünden evinden edilmiş olan Filistinliler haline getirdi.

(Çeviri: Zeynep Oğuz)