Hürriyet Yaşar, “Satış Çağı” adlı öykü kitabıyla okuyucunun karşısına çıktı. Bu kez satış çağına ayak uyduranları ve karşısında direnenleri anlatan Yaşar, ‘‘Düne kadar kutsal olan değerler alım satım nesnesine dönüştü’’ dedi.

Bilinçli dirençli öyküler çağı
Hürriyet Yaşar

Kadir İNCESU

“Anlatmaya Biri Gerek” ve “Önce Ben Onu Öldürdüm” adlı öykü kitapları yayınlanan Hürriyet Yaşar bu kez “Satış Çağı” adlı öykü kitabıyla okurlarıyla buluştu.

“Ben Üstümü Aratmam Arkadaş” öykünüzdeki kahramanın tavrı, öğrenilmiş çaresizlik mi?

Güzel yapıtın oluşumu, güzel sanatın kendi düşünme diliyle, kendi doğruluk duygusuyla, onun doğruluk ölçütleriyle gerçekleşmeli. Bu, güzel yapıtın oluşumunu başıboş bırakmak değil, yapıcısının karşısında özgür bırakmaktır; öyküdeki kişileri yazarın kuklası, konuyu da yazarın eğilimlerinin öyküce söylenişi olmaktan kurtarmaktır. O öyküye başlarken yazar da öyküdeki gibi, kendini göstere göstere kolluğun dikkatini çekip üstünü aratanlara kızıyordu. Uzun iç konuşmalar öykünün iç doğruluğunu bozabilir. Karşılıklı konuşmalar, başkalarına da söz hakkı verdirir. Fakat güzel sanatın genellemelere sığmayışı bu öyküde de gerçekleşti. Öykücü yanlış yöne doğru yola çıkmış olsa da, öykü kendi doğrusunu karşılıklı konuşma olmaksızın, iç konuşmada bile bulabildi, yazara da buldurdu. Öyküdeki adamın faşizmin dayattığı dış kalıba girmesini kastediyorsanız, ‘öğrenilmiş çaresizlik’ diyebiliriz.

“Sonralardan Bir Akşam” öykünüzde ‘güven’ duygusu ön planda. Güven şüpheye ağır basıyor. Sorgulamak neden zor?

Oradaki güven; öğretmenin, yetiştirdiği, eğitip öğrettiği, emek verdiği öğrencisine, bu emekteki öğretmen-öğrenci ilişkisinin içindeki sevgiye, saygıya güvendir. Devrimci öğretmeni öldürecek tetikçi faşistlerin, onun sınıflarından ya da okulundan değil, onu hiç tanımamışlar arasından bulunmuş olmasıyla, öğretmenin öldürülse bile haklı çıkmasının öyküsüdür o. Bu tanışmanın -tüm ilişkilerde- öldürümleri güçleştireceğini düşünürüm. Yabancılık öldürmeyi kolaylaştırır, çünkü yabancılık korkunun baskın olduğu, sevginin ise olmadığı bir durumdur.

“İstanbul’un Türküsünü Yakmalı” öykünüzü okuyunca hatırladım. Rıfat Ilgaz, karartma uygulanan gecelerde düşman saldırılarına karşı Tophane Askeri Cezaevi’nden Ali Sami Yen Stadı’nın arkasındaki dutluklara götürüldüklerini anlatırmış. Yalnızca şehri değil, geçmişimizi de yok ediyoruz değil mi?

Ama bu yok edişin iç dürtüsü bir tek siyasal çizgide değil. Yoksa doğa, kent ve uygarlık yıkımı bu boyutlarda olmazdı. Köylerden kentlere göç selinin, önüne kattığı tüm kent uygarlığını, incelikleri, çıkarsız ilişki ve uğraşları, soyut düşünmeyi, başkalıklarla barış içinde yaşamayı yaka yıka sürüp götürmesidir yaşadığımız. Bu felaket kaynağı saptanmadıkça, uygarlığın boğazlanması sürecek. Başımıza gelenin ne olduğunun en iyi göstergesi, “doğaya ve yaşama gündelik çıkarcı yaklaşımla sokak hayvanlarını, ağaçları, parkları yok etmek” ile “doğadaki her şeyle barışık olan yaşamı korumaya çalışan anlayış” arasındaki ayrım... Kente göçmüş köylü doğa görmek istemiyor; yadırgadığı için, tanımadığı uygarlık örneklerini ve başkalıkları da görmek istemiyor.

Öykülerde -belki de hayatta- yaşanan “… her şeyin olağan, sıradan” olmadığını mı düşündürmek istediniz?

Daha düne değin kutsal olan değerlerin alım satım nesnesine dönüştüğü “Satış Çağı”nda, o dönüşüme direnen, direnemeyenlerin yalnızlıkları, şaşkınlıkları vardır öyküde. Karşılarında da, sömürü düzenini güçlendirmeyi amaçlayan o dönüşümün örgütlülüğü… Sömürünün örgütlülüğünü alt edecek karşı örgütlenmeyi yaratamamışlığın ve ne olup bittiğini anlamamışlığın sonucudur orda yaşananlar. Kimileri o yaşananların doğru bildiklerine aykırılıklarını yadırgarlar, kimileri de her şey olağan ve sıradanmış gibi yaşamakla uyuşurlar.

Hep sistem mi kazanıyor?

Hep egemen düzenin kazanacağı gibi bir yaşam yasası yok. İnsanın insanlaşma yolculuğunun yönü, vahşetten uygarlığa dönüktür. Ama okyanus ötesindeki büyük göç devletinin doğası, insanlığın uygarlık yürüyüşünü tersine döndürmeye çalışıyor. Bu canlılığın çekirdeğinde de “Sonralardan Bir Akşam” öyküsündeki gibi, yabancılık var. Göç köksüzleştirirken yabancılaştırır, yabancılık da vahşileştirir. Göçlerin yarattığı köksüzleşme ve yabancılığın, tüm insanlığı uygarlıktan vahşiliğe yöneltme zorlamasının baskısı altındayız.