Bugün sana ‘kısa’ bir taksi yolculuğumu anlatmak istiyorum.

Sevgili Hakan,

Bugün sana ‘kısa’ bir taksi yolculuğumu anlatmak istiyorum. Kısa olması gereken yolculuğum yağmur ve trafik nedeniyle uzayıverince, içinden mektup da çıkıyor, öykü de…

Bilmem sen İstanbul’a ve onun garipliklerine alışabildin mi... Örneğin, yağmur yağınca trafiğin kilitlenmesine… Senin uzun yıllar yaşadığın Moskova’da da olur bu, ama burası başka… Burada bazen ‘hayat felç oluyor’.

İşte böyle havalarda, bir yerden bir yere gitmek tam bir sorun. Özellikle de koskoca İstanbul için son derece yetersiz kalan metro ve metrobüs hatlarının dışında seyahat etmek zorunda kalıyorsan.

Yıllar önce “bunlar komünisttir, ne olur ne olmaz” diyerek bizim ‘yoldaşlar’dan metro yapımı konusunda yardım almaktan vazgeçtiğinizi bana sen anlatmıştın. İşte şimdi bunun faturasını ödeyenler arasında İstanbul’da yaşayan ‘eski Sovyetler’ de var. Ne ilginç değil mi? Başımıza ne geliyorsa komünizmden geliyor zaten!..

Her neyse, bizim ‘aslında 5 dakika mesafelik’, ama ‘hiç bitmeyecek kadar uzayan’ Taksim-Beşiktaş taksi yolculuğumuza dönelim.

*      *      *

Moskova’nın işlek yerlerinde taksi beklesen hemen bulamayabilirsin. Ama bizim ‘özelciler’ (‘çastniki’) dediğimiz yasadışı taksicilik yapanlar arasından, sıradan bir araba hemen yanınızda bitiverir. Şoför çoğu kez yüzünüze bakmaz ve sizden iki şeyi duymak ister: Nereye gitmek istediğinizi ve yolculuk için kaç para teklif ettiğinizi. İlki yakın, ikincisi az ise size cevap bile vermeden gazlayabilir. Çoğu kez olan şey ise, ikinci konuda kısa bir pazarlıktır.

İstanbul’da ilk bakışta ‘korsan’ az, sarı taksi çok. Ve taksi bulmak sorun değil gibi. Ama her zaman böyle olmuyor… Ama yine de iki büklüm eğilip gideceğin yerle ve önereceğin ücretle ilgili yol ortasında aşağılanmamak güzel. Yani ‘genel olarak’ böyle…

Ama ‘özel olarak’ böyle olmadığı oluyor. Şoförün olağanüstü samimi, hatta ezik bir yüz ifadesiyle vardiyasının bittiğini ve arabayı bırakmak için gittiği durağın sizin önerdiğiniz istikamete uymadığını söylediği olabiliyor. Ramazan günlerinde oruçlu şoförler bazen tipinizi beğenmeyebiliyor. Bir de şu ‘yağmurlu günlerde’ sorun çıkabiliyor.

Nerede kalmıştık? (Ben böyle konuşmayı uzattıkça, bu bitmeyen yolculuk hiç başlayamayacak gibi görünüyor. Affedersin!..)

*      *      *

İşte bu ‘yağmurlu günlerde’ taksiler nedense önünüzden geçip gidebiliyor. Ya da size Moskova’daymışsınız muamelesi yapabiliyor:

— Nereye, abla?

Abla mı? Daha selamlaşmadan akraba oluverdik, ama ‘kardeşimiz’ o kadar yardımsever değil gibi…

— Abla, Allah seni inandırsın oraya trafik akmıyor. Daha şimdi geldim. Beş dakikalık yolu bir saatte aldık…

Yani? Taksinin kapıları açılmıyor. Ret cevabı aldık. Yağmur-rüzgâr şartlarında reddedilmiş ve böyle ortada kalmışlık duygusundan kurtulmak için ne yapılabilir ki?

— Peki, “kardeşim”, sen nereye gidiyorsun? Söyle, sana neresi uygunsa ben oraya gideyim! Ya da istersen Beşiktaş’a Kadıköy üzerinden gidelim, ha?..

Yok, tabii bunu diyemem. Alay da edemem. Hele ‘kadın halimle’. Hele aksanla konuşan ve yabancı olduğu tipinden belli olan birisi olarak asla…

Neyse, her şey o kadar da kötü değil. Önümden geçen beşinci taksinin şoförü melek gibi. Tek kelime etmeden beni arabasına alıyor.

*      *      *

Bilmem senin İstanbullu taksicilerle aran nasıldır, ama ben hep zoraki bir misafirlikteymişim gibi hissederim kendimi taksideyken.

Biner binmez bu havayı alırsınız. Kolonları çoğu kez arkada, yani müşterinin kulağının dibinde olan radyoda ya sizi hiç ilgilendirmeyen bir müzik türü ya da bir maç yorumu vardır. Taksici ‘hoşluk olsun’ diye arabanın içine garip bir koku yaymıştır. Ama kendi ter ve sigara kokusu üzerine düşünmeye fazla fırsat bulamamıştır.

Asıl mesele elbette bunlar değil. Mesele, onun kendini o yolculuk sırasında ‘evsahibi’, dolayısıyla ‘otorite’ olarak hissetmesidir. Bu his, bakışına, duruşuna, konuşmasına yansır. Aranızdaki tüm ‘bağlantı’, onun size hizmet etmesi, sizin de buna karşılık ona ücret ödemenizken, o ‘ilişkiyi derinleştirir’; size birçok konuda fikrini söyler, ailevi ve ekonomik sorunlarını anlatır, memleket meselelerini yorumlar ve sizin görüşünüzü sorar. Ya da, ne bileyim, nereli olduğunuzu, ne kadardır burada yaşadığınızı falan…

Veya daha kötüsü, kendisine yol vermeyen arabanın sürücüsüne fırçayı basıp bir çuval sinirli lafla taksinin ortamını gerginleştirir ve sizin sessiz kalmanıza da bozularak mutlaka kendisini ateşli bir şekilde desteklemenizi ister. Ben bunun altında, benden önceki yüzlerce yolcunun riyakârca her bindiği taksinin şoförüne yağ çekmesinin ve onu şımartmasının olduğunu düşünüyorum ya, neyse…

*      *      *

— Sen nerelisin, abla?

Bu sorudan kurtuluş yok. Sen ne cevap verirsen ver, Türkiye’nin ne kadar güzel olduğu (genellikle de yurtdışına hiç çıkmamış kişinin yorumuyla “burası dünyanın en güzel şehri”), bütün yabancıların buraya bayıldığı, Türklerin ne kadar misafirperver ve yardımsever olduğu vs. üzerine söylevler dinleyebilirsin. Veya ani bir U dönüşüyle “yabancılar her şeyi biliyor ve iyi yapıyor, abla, biz adam olmayız” türü ‘özeleştiriler’…

Eh, ben bir de “Rus’um” dediğim için daha beterini hak ediyorum. Aklından geçtiği dikiz aynasından çok belli olmasına karşın fuhuş ve ‘Nataşa’ konusunda fikir beyan etmeme nezaketini gösteren taksi şoförümüz, Türk-Rus savaşlarını atlamadan edemiyor.

— Çok savaşmışız sizle, abla. Genellikle de biz sizi yenmişiz.

Allah Allah!.. Benim bildiğim tam tersi hâlbuki. Bu taksici bizim dedemizin dedesinin Yeşilköy’e kadar dayandığını duydu mu acaba? Hayır, hayır, tabii ki böyle şeyler söylemeden, bu tarihi konularda neler okuduğunu soruyorum yalnızca.

— Valla, abla, geçim derdi, yorgunluk… Okumaya fırsat yok. Ama Cüneyt Arkın’ın Rusları perişan ettiği çok film seyrettik biz…

Ah, evet, bunu düşünmeliydim. Bizde de benzeri filmler vardı (tabii sadece benzer, sizdeki kadar ‘derinlikli’ değil). Ne diyelim, siz daha çok kazanmış olun… Mademki “Cüneyt Arkın, Rus ordularının arasına silahsız dalmış ve bu arada Prens İvan rolünü oynayan Önder Somer’i bir vuruşta devirmiş”… Bana diyecek bir şey kalmıyor…

*      *      *

Trafik gerçekten de çok ağır ilerliyor. Ama yine de artık Beşiktaş’a yaklaştık. Seyahat ve sohbet çok yakında bitecek diye kendimi sakinleştiriyorum.

— Abla, kızmazsan bir şey soracağım sana.

Eyvah! Yolun sonuna kadar dayanamadı! Şimdi benim artık sabredemeyeceğim bir patavatsızlık yapacak!

— Sizde gerçekten de herkes sarışın mı, abla? Yani bunlar gerçek saçlarınız mı, yoksa boyuyor musunuz?

Neyse, daha beteri de olabilirdi. Bu soruyu da cevaplamayı deneyebilirim. Hem şuradan sola dönünce ineceğim yere gelmiş olacağım.

— Bizim memleket acayip, biliyon mu abla? Erkeklerimiz esmer, ama kadınlarımız nedense hep sarışın! Esmer yüzlü sarışın ama!..

Bu şakaya birlikte gülüyoruz.

“Abla’nın nerede oturduğu” sorusu, inilecek yere gelinmesi ve hesabın ödenmesi telaşıyla güme gidiyor. İyi de oluyor.

— Allah size sabır versin, abla! Sizin de işiniz zor buralarda…

Teşekkür edip kapıyı kapatıyorum. Ama bu dilek gün boyu kafama takılıyor. Ne demek istedi acaba?

Sen ne dersin, Hakan, neden “bizim işimiz zor buralarda”?..

Sağlıcakla kal.

Nataşa