On bir yıl önce, sosyal ve duygusal tecrite neden olacağı öngörülen F tipi cezaevlerine engel olmak için, önce açlık grevi sonra da ölüm orucuna başlayan

On bir yıl önce, sosyal ve duygusal tecrite neden olacağı öngörülen F tipi cezaevlerine engel olmak için, önce açlık grevi sonra da ölüm orucuna başlayan tutuklu ve hükümlülerin eylemlerine son vermek gerekçesiyle 20 cezaevine eş zamanlı operasyon düzenlendi. Korkunç bir ironiyle adına ‘Hayata Dönüş’ denen operasyonda 32 insan öldü. Soruşturmaya izin verilmemesi ve operasyona katılan askerlerin isimlerinin savcılığa bildirilmemesi gibi nedenlerle, sorumluların yargılanmasını sağlayacak davaların açılması yıllar sürdü. Sonunda ortaya çıkan üç belge, sorunu barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışan ve buna inanan insanların nasıl da aldatıldığını ortaya koydu.
***
Bunlardan ilki, operasyonların düzenlendiği dönem Ümraniye Cezaevi’nde infaz koruma memuru olarak çalışan Yıldız Ercan’ın on yıl önce yazdığı istifa mektubu. Ercan, istifa nedenini bakın nasıl anlatıyor. “1995 yılında göreve başladığımdan bugüne kadar cezaevlerinde özellikle siyasi tutuklu ve hükümlüler üzerinde oynanan oyunlara, işkence ve katliamlara tanık oldum. Bunları ifade edememekten dolayı insanlığımdan utandım. Özellikle 2000 yılında F tipi cezaevi uygulamalarının hayata geçirilmek istenmesiyle yapılan operasyonlar, devletin en kanlı, vahşi ve katliamcı yüzünü ortaya koymuştur. Adalet Bakanlığı'na bağlı Adli Yargı Adalet Komisyonu bünyesinde çalışan bir personel olarak ben ne bu katliamlara göz yumarak sizlerle ortak olmak istiyorum ne de bütün tepkilere rağmen zorla hayata geçirilen F tipi cezaevlerinin (tabutlukların) bir parçası olmak istiyorum. Her şeye rağmen ölüm orucundaki insanların ölümlerine gösterilen duyarsızlığı da anlamakta, kavramakta zorlanıyorum. Duyarlı bir insan olarak burada daha fazla barınamayacağımdan dolayı yedi yıldır yürütmekte olduğum infaz ve koruma memurluğu görevimden istifa ediyorum.”
***
Mahkemeye sunulan ikinci belge ise, Bayrampaşa Cezaevi davası öncesinde ortaya çıkan harekât planı. Jandarmanın mahkemeye önce bulunamadığını bildirdiği, ancak yıllar sonra arşivde olmaması gereken bir yerden çıkan belgeye göre operasyonun adı ‘Hayata Dönüş’ değil, ‘Tufan’. Plan 11 Ekim 2000’de yapılmış ve dönemin bölge komutanı Tuğgeneral Engin Hoş’un imzasını taşıyor. Yani karar, ölüm oruçları başlamadan önce verilmiş. Jandarma birliklerinin operasyon için İstanbul’a geliş tarihi ise 12 Aralık. Bu tarihlerde, devletle tutuklu ve hükümlüler arasında arabuluculuk yapan aydınların olayı barışçıl yöntemlerle çözme çabası sürüyor. Hatta, ölüm oruçlarının sona ermesi ve F tipi cezaevlerine nakillerin ertelenmesi konusunda olumlu bir hava esiyor. Bugün görülüyor ki, bütün bunlar bir kandırmacanın, oyalamanın parçası. Koğuşlara önce yoğun gaz bombası atılacağı, sonra tazyikli su sıkılacağı, silah ve zor kullanılacağı, operasyonun can kaybıyla bitebileceğinin belirtildiği planda amacın barış değil savaş olduğu apaçık görülüyor. Savaşın izlerinin ortadan kaldırılması gerektiği de atlanmamış. Planda, operasyonun hukuki sorumluluk doğurmayacak şekilde kameralara kaydedileceği belirtiliyor. Tahmin edersiniz ki o görüntüler Jandarma arşivinden hiç çıkmadı.
***

Gerçekleri önümüze seren bir diğer belge ise 15 Aralık 2000 tarihli... Yani operasyon tarihi olan 19 Aralık’tan dört gün öncesine ait. Belgede, dönemin Üsküdar Cumhuriyet Başsavcısı’nın, İl Jandarma Komutanlığı’na çağırılarak Adalet Bakanlığı yetkilileriyle görüştüğü belirtiliyor. Savcının görüşmede  cezaevlerine yapılacak operasyon hakkında bilgilendirildiği ve bunlar arasında Ümraniye Cezaevi’nin de olduğu, dolayısıyla operasyon için jandarmaya gerekli izni vermesi isteniyor. Başsavcı, cezaevlerine girebilmek için kendisinden izin almak zorunda olan jandarmaya gerekli izni verirken, kendisini garantiye almak için bir tutanak hazırlıyor. Avukatlara göre, bu belge operasyon düzenlenen 20 cezaevinin de bulunduğu tüm bölge savcılarından alındı.
***
Gören gözler için yaşananların vahşeti ilk günden beri gün gibi ortadayken, yıllar sonra ortaya çıkan içeriden bir itiraf, görmeyen gözlerin de ışığı oldu. Tutuklu ve hükümlüleri ölüm orucuna götüren süreç ve sonrasında gerçekleştirilen operasyona tanık olan eski bir gardiyan, yapılanları “insanlığımdan utandım” diyerek özetledi. Mahkemenin ısrarla istemesine karşın jandarmanın bir türlü bulamadığı belge, olayın üzerinden 11 yıl geçtikten sonra ‘arşiv tasnifi’ sırasında ‘tesadüfen’ bulunup mahkemeye gönderildi. Böylece ortaya çıktı ki, devletin yargıdan sakladığı belgede hayat vermek yerine can almak varmış. Birileri, sorunlar barışçıl yolla çözülsün diye didinirken, o sırada bıyık altından gülüp topunu tüfeğini ateşlemeye hazırlayanalar varmış. Dönemin İçişleri ve Adalet Bakanları ‘Tufan’dan habersiz sakin sularda yüzdüklerini iddia ederken, meğer savcılar jandarmaya cezaevlerine giriş izni veriyormuş.
***
Sorumlular, gerçeklerin üzerini örten kara bir örtünün altında toplanıp yıllarca birbirini kolladı. Bunun örneğini, Türkiye’nin siyasi tarihinde utanç olarak yer alan pek çok olayda gördük. Alıştığımız ancak sormaktan vazgeçmeyeceğimiz soruyu tekrarlayalım: Bu vahşetin sorumluları kanun önünde hesap verecek mi? Yoksa demokrasisi ileri giden ülkemizde adaletimiz de fezaya mı ulaşacak?