Yazar, masasının başına oturdu. Gazetenin kıymetli yazarlarından Selçuk Candansayar hakikaten mazeretliydi...

Yazar, masasının başına oturdu. Gazetenin kıymetli yazarlarından Selçuk Candansayar hakikaten mazeretliydi; ama üçüncü sayfanın kıymetli yazarlarından, Lütfü D. Tılıç hâlâ yaz tatilinde, Adnan Bostancıoğlu da öyle. Demek ki kimileri Yaz’ın Yazamıyor.

“Yaz bitti,” dedi. Yaz bitti de yazarlık bitmedi ki...

Yaz dediğin, meteorolojik olarak haziran, temmuz ve ağustos aylarını kapsayan zaman dilimi; astronomik olarak ise kuzey yarım kürede 21 Haziran - 23 Eylül, güney yarım kürede 22 Aralık - 21 Mart arasındaki zaman dilimi. Bizim yarım kürede demek ki bitmesine daha yirmi gün filan var. Yani astronomik yazarlık hâlâ geçerli.

Yazar tezini yazdı: Yaz, yazarlık yaptırır.

Ama meteorolojik olarak, eylül ayına girildiğinden Yaz bitti, Güz başladı.

Yazar sorusunu sordu: Yaz “yazarlık” yaptırırsa Güz de “güzarlık” mı yaptıracak?

Kelime mıncıklama vaktiydi, demek ki. Bu hafta kelime mıncıklayacaktı. Güz’den mülhem güzarlık yapmadan önce, şu “yaz” mefhumunu didikleyeyim dedi. Kendini ansiklopedilere, etimoloji sözlüklerine kaptırmadı elbette. Elinin altında internet, google sayesinde, sağdan soldan apartıp ahkâm kesebilirdi.

Yaz, “açma” mevsimi. Çünkü anlamlarından birisi açmak, açılmak (karşıtı da bu yüzden kış’mış; kısma, kapanma mevsimi olarak). Bizim Çorum’da da, ovaya “yazı” derler yahu, bir de mesela “yazıyı yazdın mı?” deyince bunun manası “örtüyü serdin mi?” demektir deyip bir süreliğine memleket nostaljisine daldı.

Yazar, kendi yaptığı işten dolayı öteki manada yazı yazmanın ne olduğunu bildiğini sanıyordu ama... Oysa, araştırmaları sonucu gördü ki, “yazı yazmak” deyince kast edilen, sivri bir uçla kazımak, çentmek, tırmalamak demek olabilirmiş; önce buna inanamadı, ama yazma işleminin mağara devrinden itibaren ve bir süre kitabelere (yazıtlara!) çiviyle yapıldığını hatırlayınca ikna oldu. Eh böylece bilgisayarda software işlemine yazılım denmesine dek uzanan bu maceraya hayran kaldı, mağaradan bilgisayara, peh! “Yazın”, tamam, edebiyatın öz Türkçesi. “Yazman”? O da sekreter’in; sanırım sadece CHP tüzüğünde kullanılıyordur bu kelime, diye düşündü.

“Bir anlamını daha söyleyeceğim, biliyorum inanmayacaklar” diye kıkırdadı yazar (ya da güzar) ve yazmak kelimesinin o anlamını yazdı: Osurmak!

Buyur buradan yak! İnanmayanlar için, yazar-güzar sorumluluğu gereği, kaynak göstermeliydi. Ve kaynak şöyleydi: Nişanyan, Sözlerin Soyağacı: Ebu Hayyan, Kitabü-l İdrak li Lisan-il Etrak [1312], ed. A. Caferoğlu, İstanbul 1931. “Yazı dilinde kısmen kaybolmuş olsa bile Anadolu ağızlarında yaygındır” şeklinde açıklama eklemeyi de ihmal etmedi.

Eh artık idrak etmeye başladığı Güz mevsimi ve Güzarlık mesleğine geçiş yapabilirdi. Google’a baktı: “Güzar”, Farsça bir kelime; geçiren, geçirici anlamlarına geliyor ve birleşik kelimeler yapılıyormuş. “İyi” dedi, yazar-güzar; “tam bana göreymiş.” Mesela “dem-güzar”, zaman geçiren, vakit öldüren demekmiş; ha bir de, beceren, halleden, yapan anlamına da gelirmiş.

Güz deyince, bir de... “Güzide” kelimesinden söz etmemek imkânsızdı, “seçilmiş, seçkin” yani. İlk paragraftaki ikinci ve üçüncü şahısları hatırladı, “Böyle olduklarından tatil yapıyorlardır herhalde” dedi ve sinirlendi: Şimdi üstelik “Tatil hakkımıza karşı çıkıyor” diye iftira dahi atarlar!

Yaz’da  “Yazar”, Güz’de “Güzar”... Ee? Sonrası Kış. O zaman Kış’ta “Kışar” mı? I-ıh uymadı! Peki, ya Kaşar? “Boş ver” dedi, yazar-güzar, “yeterince düşmanım var zaten, tadında bırakayım.” Ama bu arada derin araştırmalarını sürdürürken, kış yazarlığına denk bir şey bulamamış olsa da, bir iki malumat edinmişti. Mesela: Kışla. Kışlama yeri, demek oluyordu ve Osmanlı kullanımında “yazın sefere çıkan askerin kışın yerleşik olduğu yer” anlamında kullanılıyordu. Bu keşfini de okuyucuyla paylaşmalıydı, paylaştı. Ayrıca provoke etmek anlamındaki “kışkırtmak” aslında, hırlamak, haykırarak saldırmak, çığlık atmak, bağırmak anlamına geliyordu. Böylece kış mevsimi yaklaştığından, şu kışkırtmaları  duyduğunda şaşırmayacaktı: Asker kışlaya!... Ortadoğu’da kışla!... Kış! Kışt!

Kış’tan sonrası elbette Bahar. Yazarlık için en elverişlisi; yani ne güzel, fazladan “-ar” takısına da hacet yok. Yazar, Güzar, Kışar (!) ve Bahar...

Aklına gelen başka bir soruyu sormalıydı, sordu: Bahar mevsiminde erken tatil hazırlığına başlayacak birden fazla yazara, yazarlara (bkz., LDT, AB), yazarın çoğuluna  ne denecekti? Cevap basitti, yani Bahar’ın çoğulu neyse o: Baharat! 

Ama Bahar kelimesinin en güzel karşılığının İngilizcesi olduğunu da bilmekteydi: Spring... Sıçramak, zıplamak, anlamına da geliyordu; ayrıca “göze, kaynak, pınar” gibi anlamları da vardı. “Ah” dedi, “mevsimi gelse de yazarlıktan baharlığa bir geçebilsem...”

Tezini yazdı: Keşke dört mevsim bahar olsa, ya da beşinci mevsim... İnsanlar el ele tutuşsa şenlik olsa... La la la la lala!

İşte burada yazar-güzar-kışar-bahar, iyice sapıttığını algıladı, kendisine çeki düzen vermek, lafı bağlamak ihtiyacını duydu. Çünkü ısrarla “güz” demişti yazar, “SON” BAHAR dememek içindi besbelli. Bahar’ın sonu olsun istemediğindi, bu hissini kendisinden bile gizlemekteydi. Çünkü onun derdi baharlaydı. Bahar, kendisine hep devrimi çağrıştırmaktaydı...

Kendisine söz verdi. “Bahar geldiğinde fonda mutlaka Canan Erçetin dinleyerek yazmalı” diye bir kenara not aldı:

“Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum / Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar / Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var / Tabiî ki ben böyle olduğum için bahar / Çünkü sana değdiğinden beri ellerim / Bütün kış dallarında tomurcuklar var.”

Çünkü Aşk: Beşinci Mevsim.

Çünkü Devrim: Her daim Kış’a karşı isyanın, yani her daim Bahar’ın yaşandığı bir Beşinci Mevsim!

Ve Devrim’e değdiğinden beri ellerimiz, bütün kış dallarımızda tomurcuklar var...