Geçenlerde, şarap içen ve içmeyen gazetecilerin bir araya geldiği bir büyükelçi yemeğinde, sohbet din ve kimlik kavramları etrafında dolaşırken

Geçenlerde, şarap içen ve içmeyen gazetecilerin bir araya geldiği bir büyükelçi yemeğinde, sohbet din ve kimlik kavramları etrafında dolaşırken, “Din çok önemli, ben aslında sıkı bir Müslüman’ım”  deyince, cemaatsever meslektaşların gözlerinin içi parladı. “Aha” dediler içlerinden, “masada bir müttefik daha kazandık.” “Sıkı ve iyi bir Müslüman’ım” dedikten sonra bir es verip, anın tadını çıkarmalarını izledim. Peşinden “Ateistim aslında, ama din aynı zamanda tüm hamurumun içinde yoğrulduğu bir kültür. Sadece namaz niyaz değil ki” diye ekleyince, o parıltı sönüverdi tabii.

Burhan Sönmez “Din ‘Afyon’ mu, ‘protesto’ mu?” diye bir yazı yazdı ya gazetede. Gazi Çağlar da “Sol ilahiyat ya da gizemli dilin çekiciliği: Marks dine karşıdır!” yazısıyla ona karşılık verdi. Son derece düzeyli, nitelikli ve öğretici bir tartışmanın kapısı aralandı gazetede. Meraklıları yararlanarak okuyacaklardır.  

Dedem Halilefendi Camii’nin imamıydı; Enver Hoca. Şimdi söylediğim “sıkı ve iyi bir Müslüman’ım” lafını asıl o duymalıydı. Ardından gelen kısmı değil tabii. Nasıl mutlu olurdu, kim bilir? İlk delikanlılık yıllarımda az çekmedi benden.

Solculuğumun, devrimciliğimin de “deli” yıllarıydı. Sakal bırakmıştım, ama onun hazzedeceği cinsten değil. Cumalarda arkasında görmek istedi torununu, torunlarını. Kendi idare ederdi belki, ama camii cemaatinin “Hoca efendi, senin torunlara caminin yolunu öğretemedin galiba” türünden dokundurmaları çok ağırına gidiyordu mutlaka. O kadar ağırına gitmese, bir ara işi rüşvete kadar vardırmazdı, cebimize para sıkıştırıp, anama da “Arada bir camide görünsünler” diyerek.

Tamam, camii pek yoktu, ama ilkokul sona kadar orucu hiç kaçırmadım. Tutsam da tutmasam da, ramazan topu beklemeyi, iftar sofralarında bulunmayı hep sevdim.

Benim “dindarlığım”da imam olan dedemin değil, ilkokul öğretmeni babamın etkisi çoktur. Babam da camiye gitmezdi. Mahalledeki caminin imamı, her bayram ziyaretimize geldiğinde, “Hocam, kaç kaç nereye kadar?” diye takılırdı. “Benden kaçışın yok. Emri hak vakii olduğunda, elime düşeceksin. Camiye geleceksin. Seni ben yıkayacağım.”

Vallahi, dediği gibi de oldu. Babamı o hoca yıkadı.

Orucu hiç bırakmadı babam. Namaz için bahanesi vardı; sağ bacağı sakatı, bükülmezdi. Bir de kurban. Uzun yıllar kurban kesildi bizim evde. Sonra ondan da vazgeçti.

Bir kurban bayramıydı; ortaokul yıllarım olmalı, biraderle birlikte mahalleye bayramlaşmaya çıktık. İlk önce yukardan, Yavuz Eniştemlerin evin üstünden, Ahmet Dedemlerin iki göz odada oturan kiracıdan başladık. Biz gittiğimizde “bayram yemeği”ne oturmuşlardı.

Hiç gözümün önünden gitmez; gri sofra örtüsü yere serilmiş, üzerinde bir tencere pirinç pilavı, bembeyaz, etsiz, öyle kaşık sallıyorlardı pilava karı koca. Yoksuldular. Pirincin beyazı ilk kez onların sofrasında çok kötü görünmüştü gözüme.

Bizim orada sabah yenir bayram yemeği. Çorba, etli pirinç pilavı, etli dolma, baklava standardıdır sofranın. Komşudaki etsiz pirinç pilavı, yoksulluğun resmi gibi görünüp, o gün öyle dokunmuştu ki bize. Evde anlattık. Kurban etinden de ilk onlara götürdük.

Galiba o bayramda karar verdi babam. “Kurbanı bir gün önceden keseceğim” dedi. “Bayramda kesip gönderiyoruz, garibanların bayram yemeği etsiz oluyor. Bayram sabaha herkesin sofrasına et olsun.”

Memleketteki hocalar, müftü “Olmaz” demiştiler. “Önceden kesersen o kurban olmaz. Adak olur ancak. Adaktan da size düşmez, siz yiyemezsiniz”. Epey tartışması oldu bu işin memlekette. “Kurban olmazsa olmasın” dedi babam, “Adak olsun. Biz de yemeyiverelim”. Böylece kurban yerine adak kesilmeye başlandı bizim evde.

Sonra, radikal kurban yorumunu daha da geliştirdi bizimkiler, kesilen etin her yeri aynı nitelikte olmuyor, kimine iyi kimine kötü kısmı gidiyor diye, bir gün önceden, dağıtılacak her ev için aynı nitelikte ve miktarda et paketlettirilip kasapta, dağıtılmaya başlandı. 

Aslında, kurban bahane; dayanışma şahane. Dayanışmaya vesile oluyorsa, kurban da şahane.