Türk demokrasisi bir komedi. Bir sabah uyanıyorsunuz, Başbakan “PKK’yı terör örgütü ilan etmedikleri için DTP ile görüşmem”, diyor. Ertesi sabah bir de bakmışsınız....

Türk demokrasisi bir komedi. Bir sabah uyanıyorsunuz, Başbakan “PKK’yı terör örgütü ilan etmedikleri için DTP ile görüşmem”, diyor. Ertesi sabah bir de bakmışsınız, Yargıtay Başsavcısı, AKP’nin “laiklik karşıtı odak” olması nedeni ile kapatılmasını istemiş! Ya Taraflı ikinci cumhuriyetçilere ne buyrulur? Onlar aşağı kalırlar mı? Komediye katkılarını sunmak için, üçüncü gün basıyorlar yaygarayı hem de manşetten: “Başsavcıyı yargılayın”! Komik, komik de bunlardan hangisinin demokrasi denen şeyle alakası var? Başbakan’ın bir kere daha hangi dilden anladığı, anlaşıldı. Çalışanların iki saatlik “uyarı eylemi” dahi, “Sosyal Güvensizlik Yasası”nı yeniden Çalışma Bakanı’nın önüne çekti. Bakmayın, siz onun “yalancılar” diye esip gürlediğine. Huyu böyle ne yapalım? İmam hatip liselerinde saygılı ve efendice tartışma öğretilmiyor zahir. Ama Kasımpaşa Kabadayısı’nın gücü, çalışanların örgütlü direnişine yetmedi.

Hepimiz anlamalıyız, bilmeliyiz ve unutmamalıyız ki grev toplumdaki en güçlü silahtır ve kutsaldır. Kutsaldır, çünkü bir insanın emeğini geri çekme hakkı, yüzyılı aşan bir mücadeleden sonra kazanılmış en önemli insan hakkıdır. Ancak, kölelerin bu hakkı yoktur! Hele genel grev karşısında hiçbir güç, iktidar, zenginlik dayanamaz. İşçilerin elindeki bu demokratik hak, toplumun demokrasi kisvesi altında sesini dinlemeyen ve kendi oligarşilerini kurmak isteyen bütün antidemokratik öğelerine karşı da en önemli güvencedir.

İnsan hak ve özgürlüklerini türban ve imam hatiplilerin üniversiteye girmesine indirmiş iktidarı, ikide birde demokrasiye müdahale eden bir geleneğe sahip ordusu, politik etkiye açık, hukuk darbeleri yapmaktan kaçınmayan yargısı, demokrasi havarisi geçinip aslında AKP yani tutuculuğa destek veren entelektüelleri arasına sıkışmış Türk Demokrasisi’nin, bugün en ihtiyaç duyduğu ses, güçlü bir çalışanlar sesidir. Yaşamımıza can veren ve omuzlarında yükseldiğimiz çalışanlarımızın, ülkemizin nasıl yönetileceği ve geleceğimizin ne olacağı konusunda neden sesleri duyulmasın? Tabipler odası dururken, oy hesabı içindeki tutucu bir politikacı olan Sağlık Bakanı’nın söyledikleri neden daha çok değerli olsun? Patronları semirdikçe semirirken, tersanelerimizde durmadan kurban veren işçilerimizin, neden ülkenin sosyal sigorta sistemi konusunda Çalışma Bakanı veya IMF kadar söz sahibi olma hakkı olmasın?

Bu başarılı sesi duyurma eylemi, aynı zamanda da Türkiye’deki işçi hareketinin en önemli zaaflarından birine dikkati çekti! Çalışanların kararlığı ve onlara destek olanlar adına tek ses çıktığı için, bu kadar güçlü. Yani Emek Platformu, tek bir konfederasyon gibi çalıştığı için bu kadar başarılı ve toplumdan destek alıyor, hükümeti ürkütüyor. Orta vadede, Türkiye’nin tek bir konfederasyonu olmasının hem çalışanlara hem de ülkeye faydası büyük olacak. Gelelim işin tatsız ve korkutan kısmına: İşçi dayanışmasının ve mücadelesinin yükseldiği yerde, karşı taraf (patronlar, hükümet…) hep “böl ve idare et” taktiğine başvurmuştur. Bunu da hep ya sarı sendikalar kurarak, kurdurarak ya da sendika liderliğini “satın alarak” yapmışlardır. Bu dünyanın her yerinde maalesef böyle olmuştur… Nedeni ise, çok basit. Kararlı ve birlik olmuş çalışan gücün önünde, hiçbir kuvvet duramaz. Onları bölmek veya liderliklerini saptırmak lazımdır ki istediklerinizi onlara kabul ettirebilesiniz.

Emek platformuna üye konfederasyonların başkanlarının, Çalışma Bakanı ile katıldığı televizyon tartışmasını dikkatlice izledim. Başkanların bazıları fazla yumuşak! Kendilerine “yalancı” diyen bir başbakanın, bakanı önünde ilkokul öğrencileri gibi oturup aman “iktidarı incitmeyelim” yaklaşımı olmuyor. Bu ülkede “yalancı” hakaret kabul edilmiyor mu? Sadece çalışanlar değil, toplumun bütün ezilmişleri, çalışanların liderlerinden vakur bir duruş bekliyor!

Lafı eveleyip gevelemeyeyim. İşçi mücadelesinin yükseldiği zamanlarda, işçiler ve sosyalistler sendikal liderliğin performansını dikkatlice takip eder. Çünkü, bu performans milyonlarca insanın kaderini etkiler. Ben, mümkün olduğu kadar dikkatlice takip ediyorum. Hak-İş gibi adı Müslüman sendikacılığa çıkmış – (bu nemenem bir sendikacılıksa!) bir konfederasyonun, AKP hükümeti önünde liderliğinin, özellikle Emek Platformu içinde ve Emek Platformu adına ne yapacağını takip etmeliyiz. Emek Platformu’nun en büyük ortağı Türk-İş’in yeni başkanı da, özellikle AKP karşısında politik olarak şaibeli. Gözümüz şimdilik birlik ve beraberlik içinde görünen Emek Platformu’nu üzerinde. Hükümetle pazarlıklar çetinleşirse, bu liderlerin bizlerin destek ve gözetimine ihtiyaçları olacak.

Çalışanların seslerini yükseltmeleri, benim son zamanlarda demokrasi adına Türkiye’de gördüğüm en umut verici şey oldu. Bu ses, toplumun her kesiminin desteğine layık ve hepimizin umudu. Türk Demokrasisi’ni, 5. sınıf bir komedi olmaktan çıkarıp hepimizin yararına işleyen bir yaşam biçimine dönüştürebilmek için, işçilerimize ve onların demokratik sendikalarına ihtiyaç var.