'Bir zamanlar'm Yeşilçam fîlmlerinde ki kaybedenlerin hikâyeleri, yaşamlarının her anı bu 'kaybetme' nitelemesini hak ettiğinden...

FUAT MAN*
'Bir zamanlar'm Yeşilçam fîlmlerindeki kaybedenlerin hikâyeleri, yaşamlarının her anı bu 'kaybetme' nitelemesini hak ettiğinden bize gerçekçi gelmez ve aslında dramatik temalar üzerine kurulu bu filmler, artık birer komedi tadında zevkle izlenmeye başlanır. Evet, ilk çekildiklerinde tam da vermek istedikleri mesaja uygun ilgi toplamışlardı ama artık bugün eğlenceli kurgular olarak izlenmektedir. Öyle ya, bir insanın başına 'pişmiş tavuğun başına' geleceklerden de çok şey gelemez ya. Hâlbuki bu filmlerde, bu kaybedenler sürekli kötü insanlarla, kötü olaylarla karşılaşmakta ve şayet başrol oyuncusu bir 'arabesk' yorumcusuysa, bu kara tablonun 'acı' sosu acılı arabesk parçalarla artırılmaktadır. Yani tam bir iç karartan kurgulardır bunlar, ya da o amaçtadırlar! Peki ya edebi eserler? Aynı şekilde belli bir dönemin sosyal romanları da yine bu iç karartıcı hikâyeler üzerine kuruludur. Burada iyi kötü ayırımı, sosyal sınıflar üzerinde yapılır artık (belki de Emile Zola'nın izleridir). Örneğin Reşat Enis'te iyi bir patron (sermayedar/işveren) bulmak pek mümkün değildir. İşçileri ise bu 'insanlıktan nasibini alamamış' işverenler sayesinde bir türlü huzura erememektedir.

Ancak şu ayırımı yapmalıyım, bu edebi eserlerin komedi tadında okunduğunu söylemek zor, onlar hala etkileyici ancak burada vurgulanmak istenen nokta yoksulluğun, sefaletin sürekli ve ana tema olması. Peki, tüm bu kurgular acaba içinde bulunduğumuz dünyadan gerçekten çok farklı oldukları için mi gerçekçi gelmemektedir? Böyle olduğunu söylemek zor, zira yoksulluğun, hem de geniş kitlelere hâkim bir yoksulluğun yaşandığı bir dünyada, esasında bu kurguların gerçekçi olmamakla itham edilmesi pek inandırıcı gelmemektedir. Ancak bu yazının konusu, bu kurguların 'gerçek'ten! kopuk olmamakla birlikte neden gerçekçi gel-

medikleri değildir. Burada bu yoksulluk tablosunu oluşturan milyonlarca hayatın bir kısmının altını çizmek niyetindeyim. Bunu yapmakla bu tabloyu daha müreffeh yapacağımı veya yetkililerin! dikkatlerini buraya çekerek bu tablodaki figürlerin daha insan onuruna yaraşır bir hayat sürdürmelerine bir katkı sağlayacağımı sanmıyorum (ama en sondaki niyetim gerçekleşirse yani bu konu tartışma gündemine alınırsa, neden olmasın!). Zira burada bilimsel bir analiz yapma iddiasında olduğumu söyleyemem, son derece romantik saiklerle bu satırları karalamaktayım. Bunu bana yaptıran güdü ise, son bir ay içinde çok sık yaşanan ve her defasında belki de katliam kelimesi ile ifade edilebilecek (ama bu katliamın öznesi kim?) trajik biçimde sonlanan mevsimlik işçileri taşıyan vasıtaların karıştığı trafik kazaları.

Bu kazalar olmasa bu yoksul figürler, tv karşısında akşam yemeğimizi yerken ya da çayımızı, kahvemizi... yudumlarken akşamımıza 'ölü' bir şekilde konuk olup sadece bir anlığına ama kısa bir an, boğazımıza bir düğüm atıp gitmezlerdi. Bu hayatlarla temasımız sadece bu trajik olaylarla gerçekleşmekte ve çok kısa bir an sonra bu temas tekrar kopmaktadır. Ancak bizim yemeğimize, dizimizi veya güney sahillerine odaklanan magazin programımıza ya da meşgalemiz her neyse ona geri dönmemiz bu figürlerin yaşamlarının gerçekliğini ortadan kaldırmamaktadır. Onlar yine yüz binlerce veya milyonlarca (kayıt dışı bir alandan bahsettiğimiz için kesin bir rakamımız yok) hayatlar olarak bu dünyaya tutunmaya çalışacaklardır. Hayatta kalmanın çabası içinde, hiyerarşik ihtiyaçların en altındakileri yani beslenmeyi, giyinmeyi sağlamak için olmadık çabalara gireceklerdir. Bu çabalarından vazgeçmeyeceklerdir, çünkü kendileri için olmasa çocukları için bu ihtiyaçları karşılamaları gerekecektir. Belki de bunlar çalışma ekonomisi ders kitaplarında sadece mevsimlik işçilerin bir kısmını ya da emek mobilitesi kavramını anlamlandıran ama

görmediğimiz ve sadece bizim için bu kavramların altını dolduran 'birileri'dir. Durkheim'in bize anlattığı toplumsal iş bölümünün bir tarafını oluşturmaktadır bu tablonun figürleri ama onun öngördüğü dayanışmayı nasıl sağlıyorlar? Ya da demek ki, dayanışmanın anlamı baş-kaymış. Zira toplumda bu kitleler belli bir fonksiyon ifa etmektedir ve dolayısıyla varlıkları vazgeçilemezdir ve hatta bu anlamda bir dayanışma sağlamaktadır. Ancak bizim günlük dilde kullandığımız birbirine destek olma anlamındaki bir dayanışma değil buradaki.

Kamyon kasalarında yolculuk eden bu 'in-sanlar'ın dramatik hayatlarının insan onuruna yaraşır bir düzeye çıkması için neler yapılmalı? Burada sosyal konularda reçete sunumlarına karşı temkinli olduğumu itiraf etmeliyim, nitekim bu yazının başlangıçta öyle bir amacı da yoktu ve sadece bu yoksul yaşamların altını çizme amacmdaydım. Ancak yine de sosyal politikalar açısından bu kitlelerin 'baba' olarak gördüğü devleti işaret ederek bir son söz söylemeye çalışacağım. Bilindiği gibi, siyasal yelpazenin liberal kanadında yer alan görüş, devletin sınırlarını klasik fonksiyonlarla (adalet, savunma gibi) sınırlama ve bunun dışındaki tüm alanları piyasaya bırakma eğilimindedir. Bu eğilimde de haklılığı çağrıştıracak yeteri kadar kaygıları olduğunu belirtmek gerekiyor: Devletin sınırları genişledikçe, bireysel özgürlüklerin alanı daralacaktır, ayrıca bu alan genişledikçe kitleler adına karar verecek devasa bir bürokratik aygıt, her şeyi doğru bildiğini iddia eden bir kadir-i mutlak organizasyon doğmuş olacaktır. Sosyal alanın böyle bir okuması, yoksulluk meselesini de müdahale edilmemesi gereken bir alan olarak görür ve bu konunun piyasanın görünmez el ilkesince en adil(!) bir şekilde hallolacağına inanır. Dolayısıyla toplumda yoksullar vardır ama bu konuda yapılacak bir şey yoktur zira piyasanın kanunu herkese karşı işlemekte ve onlar bu durumdaysa burada gayri adil bir durumdan bahsetmemiz müm-

kün değildir. Esasında bu okuma yoksulları hep de kendi hallerine bırakmış değildir, evet bu yoksullara yardım edilebilir ama bu yardımın öznesi devlet olmaz bu özne olsa olsa hayırseverler ya da sivil toplum kuruluşları olabilir. Çünkü bu işe devlet karıştırıldığında hem yukarıda bahsedilen bürokratik aygıtın alanı genişlemiş olacak hem de bu yoksulların finansmanında 'beleşçilik' söz konusu olacaktır, bütçeye yükleyeceği yük de cabası.

Birey özgürlüklerinin önemini yadsıyacak değiliz ama 'hangi birey' diye sormak gerekir. Eğer devasa kitleler yoksulluk sorunuyla boğuşuyorsa ve bu dramatik tabloya devlet müdahalesine birey özgürlüklerinin kısıtlanacağı kaygısıyla engel olunuyorsa bu soru daha da manidar olmaktadır. Hatta bu kontekste bu özgürlük kaygısı son derece anlamsızlaşmaktadır. Bütçeye yükleyeceği yük konusunun esasında üretilmiş bir efsane olduğunu ise Ayşe Buğra ile N. Tolga Sınmazdemir bize farklı senaryoların hesaplamasını yaparak göstermişlerdir[ı].

Sonuçta, her birisinin hikâyesi Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde kitabındaki Çukurova'ya giden köylü işçilerin dramından daha az hafif olmayan günümüz mevsimlik işçilerinin sonlarının oradaki kahramanlar gibi -eve dönememe nedenleri ne olursa olsun-olmamaları için, hatta eve dönme gibi bir problemin olmaması için yukarıda Buğra ile Sınmazdemir'in önerdikleri senaryolar üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Bunun kesin ve tek yol olduğunu savunuyor değilim ama en azında bu tarjedyanın (evet trajedya!) son bul-masa bile hafiflemesi için devletin yoksulluk ile ilgili sosyal politika konularını, alternatif maliyeti hiçbir şeyle ölçülemeyen insan hayatı olduğu için, tartışma gündemimize yoğun bir şekilde konuk etmeliyiz.

*Arş. Gör. Sakarya Ünv. İİBF, Çalışma Eko. ve End. İlişk. [1] Bkz. Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği, BÜ, Sosyal Politika Forumu (proje kodu: 04C101)