Geçen haftaki yazıda yaptığım hata o kadar fahişti ki, ortada bir hata, doğrusunun da ne olduğunu anlamayan kimse olamazdı...

Geçen haftaki yazıda yaptığım hata o kadar fahişti ki, ortada bir hata, doğrusunun da ne olduğunu anlamayan kimse olamazdı. ‘En büyük şike mağduru: Hasip Kaplan’ değil, tabiî ki Hatip Dicle’ydi. Gazetenin internet nüshasında da zaten düzeltip de yayınlamışlardı: Sağ olsunlar.

Ben ise, başta sevgili –‘sayın’ desem suçu ve suçluyu övmeye gireceğinden- iki milletvekilimiz olmak üzere herkesten özür diliyorum; herhalde, bir ‘yazı sersemliği’ydi. Ama, yine de bu kadar sersemliği kendime yedirmek bayağı güç geldiğinden daha oturaklı bir izah yolu aramadım da değil: Hatip ile Hasip arasında sadece bir harf fark ediyor, ayrıca ‘s’ ile ‘t’ alfabede yan yana yer alıyorlardı; soyadlara gelince, Dicle’nin (nehir olarak) Fransızca’daki adı Tigre, ‘tigre’in Türkçe anlamı ise ‘kaplan’dı; dolayısıyla, ‘s’ ile ‘t’nin parçalanmaz kardeşliğini de dikkate alırsak, ha Hasip Kaplan demişiz, ha Hatip Dicle; pek bir şey fark etmezdi ve karşısındakine “ben sana sen demiyorum“ diyen birinin her iki oydan birini götürebildiği bir ülkede böylesine şizoitçe ve rezilane bir tevil bile pek âlâ zeka kıvraklığı ve kültürlülük göstergesi olarak kabûl ve itibar görebilirdi.

Ve evvelsi gün 13’ü asker olmak üzere 20 insanımız yine birbirlerine öldürtüldü. Daha dün Silivri-Kandil tezgahından, Ergenekon-Derin PKK hattından söz edenlerin aklına bu sefer de Kasımpaşa-Silvan hattı, Ankara-İmralı tezgahı acaba niye gelmiyordu? Bundan önceki olaylarda, komutanları askerlerini ölüme bile bile teslim ettiğini iddia edenler, şimdi de fiilî başkomutanın bu işte parmağı var mı yok mu diye niye hiç sormadılar?

Biz de biraz Mahir Kaynak’lık yapalım ve soralım: Bu olaydan kim kârlı çıktı?

Erdoğan, BDP’yi de teslim almak istiyordu; burnunu sürterek, ‘tükürdüğünü yalatarak’. Bunun olmayacağı ortaya çıktı ve birkaç saat sonra şehit haberleri geldi: BDP tümüyle köşeye sıkıştırılmıştı. Ayrıca, daha iki yıl önce sokaktaki vatandaşın Kürt göstericiye karşı tüfeğe sarılmasını meşrû gösterip, ÖSYM rezaletini protesto eden liselileri de karşılarına kendi milislerini çıkartmakla tehdit eden birisiyle karşı karşıyaydık ve şehit cenazeleri üzerinden, Batı’ya göç etmiş Kürtleri BDP’ye karşı koz olarak kullanabileceği birer rehine durumuna düşürmekten kaçınmayacağı da açıktı.

“Bu, barış sürecine bir darbedir” diyenler var, hiç utanmadan; sanki böyle bir süreç varmış, sanki Erdoğan barış olmasın diye elinden gelen her şeyi yapmıyormuş gibi. %10 barajı, hazine yardımının gaspı, oy pusulaları üzerinden kurulan tuzaklar ve binlerce insana gözaltı ve tutukluluklar yetmiyormuş gibi bir yandan milletvekili hırsızlığı, diğer yandan da Meclis’e karşı darbe; yani tam mevcutlu olarak toplanmasını engelleme ve hem bütün bunları yapıp, hem de her şeyin çözüleceği yer meclistir deme yüzsüzlüğü.

Daha da önemlisi, silahsız/sivil/legal siyaset yapanların önünü kesmek bir yana, onları yıllarca zindanlarda çürütürken, silahlı olanları ve/veya silahlara hükmedebildiği farz edilenleri muhatap, onların istek ve koşullarını kaale almak, siyasete katılabilmek için silaha sarılmayı veya silahlılara sığınmayı kural hâline getirmektir ki, dökülen kanların esas sorumlusu da işte bu yüzden doğrudan doğruya mevcut hükümet, daha doğrusu tek adam durumundaki Erdoğan’dır. Bu bağlamda, yeryüzünün en beyinsizleri değillerse en büyük sahtekarları da, silahlı unsurlardan bağımsız bir kürt siyasetinin gelişmemiş olmasından şikayet edenler, bunun faturasını yine Kürtlere kesenlerdir.

İktidarın, vatandaşların demokratik siyasetinin önünü keserken sadece silahlıları muhatap almasının bir diğer sonucu vardır ki, o da devletin parçalaması, ülkenin bölünmesidir; zira, devletin muhatabı yine ancak bir devlet olabilir ve devlet eğer herhangi bir kişi veya örgütü siyasal muhatap olarak alıyorsa, adını koymaksızın, onu da devlet statüsüne taşıyor ve aynı bir toprak parçası üzerinde birden fazla devletin varlığı kan, ölüm ve göz yaşı demektir.

AKP, başı ve yandaşları bütün bunların ne kadar farkındadırlar, bilemiyorum ama; bir yandan ülkede tam bir ‘Muhaberat Rejimi’ tesis ederken, ‘ileri demokrasi’ adına da yeni bir anayasayı her şeyin ön şartı sihirli bir değnekmiş gibi sunup dayatmalarıyla, gariban gecekondu ahalisini kendilerine ültra-modern bir site yapacağı vaadiyle kandırıp, evlerini hele bir boşaltsınlar, bir daha oranın semtine bile uğratmamaya yeminli uyanık müteahhiti andırmaktadırlar.

Daha önce de söyledik: Demokratikleşme bir süreçtir; dolayısıyla baştan bir defada belirli bir metni yürürlüğe koyarak değil, mevcut yasal çerçeveler nerede ki, insanları meşrû haklarından yoksun kılıyor, gayri vicdanî uygulamalara yol açıyor, işte o noktaları itibariyle değişikliğe uğratılmak suretiyle varlık kazanabilir. 102 yaşındaki bir kadının ölmüş oğlunu anmasını suç sayan bir yasayı dahi değiştirmekten kaçınanların ise böyle bir yolda, değil öncülük, en basitinden yoldaşlık etmeleri bile kesinlikle mümkün olmayıp, tam tersine, kabil olduğu anda toplumdan tümüyle tecrit edilmeleri iktiza eder.