“Terör? Nedir terör? Söyler misin nedir? Yani sen nasıl olup da kendini bu kadar doğru, kendi doğrunu bu kadar dünyanın kuralı olarak görüyorsun? ‘Sen’ derken genel olarak konuşuyorum, ortaya konuşuyorum... Bak şimdi, ben burada bir tabanca çıkartsam, elimde bir tabanca olsa, bu bir ‘terör’dür. Çünkü o andan itibaren herkesin kafası ‘aman bu silah patlar mı, aman mermi bana isabet eder mi?’ gibi sorulara takılır. (Ne anlatıyor lan bu? Neyse, bırak anlatsın, vakit geçiyor, vaktin geçmesi önemli. Acun, müdahele etme tamamı mı?) Önünde bir silah varken aşkı veya çiçeği düşünemezsin, silah varsa silahı düşünürsün ve o silahı tutanı düşünürsün... Anlatabiliyor muyum? Sen git dağdaki adama terörist de, eee, kendine de ‘silahlı kuvvet’ de... Yav kardeşim, eline silah alan her kuvvet teröristtir, bunun iyisi, cicisi yoktur. Sadece ‘bizim taraf’ vardır, ‘sizin taraf’ vardır, senin teröristin veya silahlı kuvvetin, benim teröristim veya özgürlük ordum vardır. Adına ne dersen de mesele karşı tarafı şiddetle terbiye etmeye, şiddetle var olmaya çalışmaktır. Terör budur işte. Bir kademe daha gidelim ve silahı tartışalım, kalem de silahtır, nota da, konuşmak da silahtır. Terör yaratan her şey silahtır: ısrarla çalınan korna, masaya vurulan sert bir yumruk... Politik olarak karşı da çıksam kabul etmek zorundayım ki düşünce suçu vardır ve hatta bu lağım sistemi içinde düşünmek en büyük suçtur. Çünkü düşünmek bir silahtır, düşünen insan dünyayı yıkabilir ve bunu sadece sözlerle yapabilir. (Artık kesebilirsin, değiştirin bu konuyu, koduğumun anarşisti)

‘Yaşar Bey... Yaşar Bey bir dakika dinler misiniz? Konu biraz dağıldı sanki. Bakın oğlunuz da sıkıldı. Nereden buralara geldik?”

“Siz sordunuz ya Acun Bey: ‘Oğlunuzu bir tür sosyal terörist olarak mı yetiştirmek istediniz?’ diye sordunuz ya, ‘sosyal terörist’ ne demekse?”

“Evet ama konu nereden nereye geldi...”

“Gelir beyefendi, terimleri sahiplenmeye, kendini her koşulda haklı çıkartmaya alışmışsınız. Yirminci yüzyıl ikiyüzlülük çağıydı, herkes bilir ki ikiyüzlülüğün sonu yüzsüzlüktür. Artık yüzsüzlük çağında yaşıyoruz, korkaklık çağında, güce tapma ve yalakalık çağında yaşıyoruz. Herkes sahtekar...” (Acun konuştuğumuz şeyi söyle, tam zamanı)

“Sizi tanıdıkça DNA testine gerek olmadığını anlıyorum Yaşar Bey... Hoş tüm testler yapıldı ve dünya çapında onay geldi elbette ama sadece bu konuşmalarla bile Kayıp Çocuk’un babası olduğunuzu herkese kanıtlıyorsunuz. Öyle değil mi? Bakın seyirciler de alkışlıyor...” (Tamam bu harika oldu, şimdi kızına geç.)

“Yaşar Bey, kızınız Melek Niçe’yi en son ne zaman görmüştünüz?”

“Depremin olduğu yaz, sanırım on üç yıl geçmiş üzerinden...”

“Neden hiç yanınıza gelmiyor?”

“Çünkü ben... Benim bunalımlı bir dönemim oldu, uzun bir süre. Alkol bağımlısıydım ve çok çapkındım. Ergen bir kız çocuğunun nefret edeceği bir baba figürü yani... Melek ilkokuldan sonra Amerika’ya gitti, orada teyzesi var. Sonra teyzesini kaybettik ama o orada kalmaya devam etti. Harvard’da siyaset doktorası yapıyor... Dönmedi, dönmek istemedi, ben de gitmedim, artık bu ülkeye ait değil sanıyorum.”

“Kayıp Çocuk’u hiç tanımıyor, yani kardeşini...”

“Evet. Bunu ondan gizledim. Gelirse görür dedim. Mesajlarda, mektuplarda bahsetmedim hiç. Zaten benim için de sürpriz oldu, annesi onu getirdiğinde Kayıp Çocuk neredeyse iki yaşındaydı.”

“Siz bile Kayıp Çocuk diyorsunuz? Gerçek ismini niye söylemiyorsunuz?”

“Bir bilsem... Julie onu bana getirdiğinde bir isim söylemedi, ‘Adını sen koy, artık bana ait değil’ dedi. Bir sürü isim buldum, roman kahramanlarından, hiçbiri aklıma yatmadı... Büyüyünce o karar versin adına diye düşündüm. Küçükken bana isimler sorardı ama o da kendine bir isim beğenemedi. Kaş’la göz arasında, bütün dünyadan gizli, keçiler ve kitaplar arasında büyüdü. Sonra bir gün ‘Ben kendime bir isim buldum ama bu ismi gizleyeceğim” dedi. Tuhaf bir çocuktur, benden de tuhaf...”

“Kızınıza isim bulmuşsunuz ama...”

“Evet... Mehmed Celal’ın kahramanı... Son dönem Osmanlı Edebiyatı günümüz edebiyatına çok benzer, çöküş döneminde kaçış makbuldur. Mehmed Celal hakkı yenmiş bir yazar, tıpkı Recaizade gibi, gerçi hiç benzemezler. Ahmet Hamdi okumayana selam vermem, Yahya Kemal hıyarın tekidir ama samimidir.” (Bu herif koptu yine... Acun, son üç dakikaya geliyoruz. Kayıp Çocuk’a soru sorabilirsin artık. Kafası iyi, sırıtıp duruyor. Hadi, göreyim seni.)

“Kayıp Çocuk’a hiç söz vermedik. Sanırım o da keyifli. Bu hikayenin mutlu sonla bitmesine hem Türkiye, hem de dünya seviniyor. Soru işaretlerini nihayet bitirdik ve bu hikayeye noktayı koyuruz. Bu nedenle tüm dünya huzurlu. Şu anda da programımız yüz kırk bir ülkede yayında. Evet Kayıp Çocuk, nasılsın? Artık sen dünyanın gözbebeğisin, en iyi okullarda eğitim alacaksın, baban da yanında olacak elbette.”

“Timshel”

“Efendim?”

“Timshel!”

(Bu ne demek şimdi, ne diyor anladınız mı? Ne demek timşel? Acun sakin kal, pozitif ol)

“Ne dediğini anlamadım ama yine yaramazlık peşindesin galiba, bunu anladım.”

“Ich weiss dab sie mich nach der sendung am besten erchiessen wollen.”

“Almanca mı konuşuyorsun?” (‘Bu program bitince beni yok edecekler’ gibi bir şey dedi Acun, bu piç Almancayı nereden biliyor? Sadece Türkçe biliyordu... Canlı yayındayız, neşeli görün, renk verme)

“Hah hah, harikasın Kayıp Çocuk. Neler diyorsun?”

“Ils veulent me tuer tout le monde doit I’entendre...” (Fransızca mı bu? Ne dedi, ne dedi? Fransızca bilen var mı?)

“Armarca we vaye, ere? Menya ubyut, menya ubyut! Inz ireznel cek kara... Ante xasou. Eisaste poly vlammenoi!” (Sadece Kürtçe’yi anladım.)

“Hangi dil konuşuyorsun? Rusça mı? Yunanca mı? Sevgili seyirciler, Kayıp Çocuk’un olaysız bir televizyon programı galiba olmayacak. Yavrum dur, ablalar sana yardım etmeye çalışıyor. Baban da burada bak. Biri çocuğu tutsun.” (Acun!... Acun!...)

“Chichi?.. Konuu hito wa chichi janai!... Phoneususi me! Necabunt me! No me toques cerdo de mierda! Siete cosi stupidi e semplice... La telmisni!”

(Acun!... Dinle beni... Zorlama... Çocuk dünyanın bütün dilleriyle konuşuyor. Kim bilir ne diyor... Boku yedik, hepimiz yedik. Başbakan telefonda. Bu iş bizden çıktı. Yayını kesiyoruz.)