Bu hafta bir yakınımı  kaybettiğimden beri, ölümü düşünür oldum. Anadolu’da bir mezarlıkta, sırtımı dağa verip, gökyüzünden

Bu hafta bir yakınımı  kaybettiğimden beri, ölümü düşünür oldum. Anadolu’da bir mezarlıkta, sırtımı dağa verip, gökyüzünden akıp giden bulutlara bakarken, tüm kayıplarım tıpkı bulutlar gibi geçip gitti gözümün önünden. Ölüm karşısında yaşanan çaresizlikti, insanın canını yakan asıl şey. İstanbul’a dönünce de, gazetemiz çalışanlarından Alp Can’ı kaybettiğimizi öğrendim.
Mezarlıkların şehirden uzaklığı dikkatinizi çekti mi hiç? Neden uzaktaydı ölülerimiz bizden? Eski mezarlıklar, yerleşim yerlerinin yakınlarında olurdu her zaman. Yani gündelik hayatın içindeydi, İstanbul’da olduğu gibi… Yeni mezarlıklar ise, artık şehirlerin, kasabaların dışına sürüldü. Bu durumu Foucault, ölümü “hastalık”la özdeşleştiren burjuva kültürüne bağlıyor. Yaşayanlara hastalık getirenin ölüler olduğu, yani ölülerin ölümü yaydığı algısı, mezarlıkları yerleşim yerlerinin dışına sürdü. Ölülerin ve ölümün artık, özel günlerde anımsanması isteniyordu. Tıpkı doğum gibi, ölüm de hastanelerin kapalı kapıları ardından gerçekleşen bir olaydı artık. Çünkü modernizm için, geçmiş ve gelecek değil, şimdiki zaman önemliydi. Ânı yaşamak, doğum ve ölüm döngüsünden kopmakla mümkün olabilirdi ancak. Bu kopuş, ölümden ve ölülerden duyulan korkuyu da arttırdı ister istemez. Zombi filmlerinde olduğu gibi, ölüme yakıştırılan şey, hastalık yayan mahlukatlardı çoğunlukla. Burjuvazi, ölümü bireyselleştirerek aile kabristanları şeklinde anıt yapıtlara dönüştürdü mezar anlayışını. Eski köy mezarlıklarını gezdiğinizde, mezarların yerini ağaçlara ya da kayalara bakarak bulurdunuz. Mezarların başında en fazla küçük bir işaret olurdu. Dini şahsiyetlere ait mezar ve türbelerin işlevi ise elbette çok farklıydı. Ölülerin bireyselliği yoktu o mezarlarda. Çünkü o ölülerin sahipleri, ölümden sonra da hayatın olduğuna inanıyorlardı. İnsanın bir ruha ve öldükten sonra tekrar dirileceğine dair kuşkulara sahip uygarlıkların, gösterişli mezarlar yapmaya önem vermiş olması da anlaşılabilir bir şeydi nihayetinde.
Nâzım Hikmet’in, bir köy mezarlığına gömülmek istemesi de, bu açıdan bakınca oldukça anlamlı. Ne diyordu “Vasiyet” adlı şiirinde: “Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni. /  Hasan beyin vurdurduğu / ırgat Osman yatsın bir yanımda / ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp / kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.” Bir anıtı olsun istemiyordu Nâzım… Yine aynı şiirde yazdığı gibi “Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, / seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, / tarlalar orta malı, kanallarda su, / ne kuraklık, ne candarma korkusu.” Onun için, ölüm de yaşama dahil olmalıydı. Din bezirganlarının ya da gösteriş meraklısı burjuvaların ölüme yüklediği anlamlardan farklıydı, onun ölüme bakışı. O da, ölümden sonra hayata inanmıyordu. Yine aynı şiirde “Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz” diyordu ya, ölüleri çürüyen kara dallara benzeterek… Ama ölülerin sağırlığı, dilsizliği, onları yaşayanların söylediği türkülerden koparmıyordu. Çünkü onlar da söylemişlerdi o türküleri bir zamanlar. Onlar da sevmişti bir kadını ya da erkeği, onlar da yıldızlara bakıp hayret etmişti.
Yine Nâzım’ın bir başka şiirinde dediği gibi: “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, / Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin, / Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, / Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, / Yaşamak, yani ağır bastığından.”
Nâzım’ı anınca, içimdeki ölüm acısı biraz hafifledi. Ama ölümün yaşattığı  o çaresizlik duygusu, kolay atlatılır bir şey de değil. Üstelik, “Gençler İçin Hayat Bilgisi” adlı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitabında Raoul Vaneigem'in dediği gibi, hayatımız “doğal olmayan ölümler”le çevriliyken… Kapitalizm, içimize ölüm tohumlarını saçarken, bir yandan da bize ölümü unutturmayı, hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamamızı sağlayacak araçlar geliştirmeyi ihmal etmiyor. Kanserden AIDS’e, trafik kazalarından savaşlara, genetiğiyle oynanmış gıdalardan kötü çalışma koşullarına kadar, yaşamımızın her alanını, birbirden çeşitli ve ürkütücü “doğal olmayan” ölümlerle kuşatarak, hayatı bir ölüm labarotuvarına çeviriyor. Mesela, yaşadığımız bu ülkede sağlığa ayrılan bütçeyle militarizme ayrılan bütçeyi karşılaştırmak bile, devletlerin ve kapitalizmin ölüme mi, yoksa yaşama mı hizmet ettiğini gözler önüne serebilir. Körfez Savaşı’nın sponsorları arasında sadece silah şirketlerinin değil, ilaç şirketlerinin de bulunması da, bu oyunun bir parçası... Önce kazanç için hasta et, sonra da iyileştirerek… Bir tür ölüm makinesi olan kapitalizmin kurban ettiği kişiler de, hep belli aslında…
İnsanı isyan ettiren şey de, doğal olmayan bu ölümler. Tersanelerde, madenlerde göz göre göre yitirdiğimiz o gencecik hayatların acısı… Hrant gibi, Abdi İpekçi gibi, ölüme karşı hayatı savunanların acısı… Doğal olmayan ölümler… Aslında, ezilenler için, artık hiçbir ölüm doğal değil. İşte bu yüzden, ölümü unutmamız, ölümü bir hastalık ya da kader gibi algılamamız isteniyor. Ölümü yaşamlarımızdan uzak tutarak, sadece ânı yaşamaya ve hayatı tüketilen bir ürüne dönüştürmemiz arzulanıyor... İşte bu yüzden, yaşamı, ölülerimizle birlikte savunabiliriz ancak… Onları unutmayarak, yaşamımızdan uzak tutmayarak… Ölümden korksak bile, Nâzım’ın dediği gibi, ona inanmayarak…