Başbakan sık sık “biz kabile/aşiret/kasaba devleti değiliz” diyor; geçtiğimiz hafta da iki kere tekrar etti.

 Başbakan sık sık “biz kabile/aşiret/kasaba devleti değiliz” diyor; geçtiğimiz hafta da iki kere tekrar etti.
 
Belki henüz tam tamına değiliz; ama o yönde hızla ilerliyoruz: Başbakan kendisini ‘sultan’ zannettiği ölçüde, aslında ‘reis’liğe rücû ediyor; tabiî,  –eksikli gedikli de olsa– cumhuriyet de kabile devletine dönüşüyor.
 
Louis Bonaparte’tan Pol Pot’a, Mussolini’den Hitler’e birçok ‘devlet adamı’yla çeşitli benzerlikler göstermekle birlikte, esas olarak Stalin-Kaddafî karması bir ‘şef’ portresi çiziyor: Beslenmeden sanata, dilbilgisinden çevre bilincine her konuda yeni normlar getirip uygulatmaya girişiyor.
 
Başbakan’a göre Şeker Bayramı demek, yeni moda bir yozlaşma, bir ‘kültürel erozyon’; ama, bilmiyor ki bu topraklarda Ramazan’ın bitimi hep Şeker Bayramı olarak kutlanır; hem de –en az yüz elli yıldır– sadece şeker ve baklava değil, tatlı likörlerle de…
 
Haydi Türkçe’den bilmiyor, kameralı cep telefonları çıkana kadar hiç fotoğraf çekip de filmin negatifine ‘arap’ dendiğini öğrenmedi; son 50 yıl içinde bir kere olsun radyo veya televizyonda Uğurlugiller’in ‘Arap bacı’sına rastlamış, sinemada filmini seyretmiş, bütün bunlar bir yana İstanbul’da doğup büyümüş bir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak rahmetli Tevfik Gelenbe’nin tiyatrosundan haberdar olsaydı, köpeklerine ‘Arap’ adını koyanların Araplara, o tarikle de İslam’a hakaret gibi bir niyetleri olmadığını bilir, boşu boşuna öfkelenip insanları hedef göstermezdi: Arap, Türkçe’de sadece bir kavim adı olmayıp, aynı zamanda siyah, siyahî, zenci anlamına da gelir; ki, bu yüzden de siyah tüylü  –hele bir de kıvırcıksa– köpeklerin adeta ‘doğal’ adıdır.
 
Neyse ki, kızı gidiyor tiyatroya; orada olup bitenlerin bana hatırlattığı ise şu: Yirmi yıl önce, başörtülü kızları sınıfa almayın; en azından numaralarını alın demişlerdi de, benim cevabım “ben kimseyi dersten men etmem, yeter ki mayoyla veya peçeyle gelmesinler, bir de karşımda ‘cakkada, cakkada’ çiklet çiğnemesinler” olmuştu.
 
Kızı kızmış aktöre; Kültür Bakanı da, çağırmış makamına aktörü, fırçalamış.
 
Bakan, geçmişin ünlü sosyal-demokratlarından; ama, sosyal-demokratlığın kendisi de zaten dış-gebelik gibi bir şey: Yanlış yere düşmüş sperm; gerçek bir gücün ziyan edilmesi.
 
‘Özel’ savcı, Cumhuriyet savcısına fizikî müdahalede bulunuyor; savcının makamında, polisin desteğinde. Sadece aşiret devletine değil, bireysel şiddet toplumuna doğru da gidiyoruz. Gerek kadın cinayetleri, gerekse çocuklara tecavüzü teşvik eden ortamın baş sorumlusu, yine başbakan: Arkasında devletin bütün gücü, yüzlerce polis ve koruma, Mersinli çiftçinin şahsında hepimize “ananı da al git” diye hakaret ediyor, Meclis’te bile en az yirmi korumayla gezip fizikî güç gösterisinde bulunuyor.
 
Yamakları da ondan cesaret alıyor: Sağlık Bakanı bütün doktorları paragöz ilan edip, hasta yakınlarını şiddete davet ediyor; kilolu insanlara ‘şişko’ deyin derken de tam bir şiddet militanı; insanları fişleyip cendereye sokma peşinde.
 
Torba referandumuna ‘hayır’ diyeceklerin “akıl sağlığından şüphe eden”i ise, iyice haddini aşıyor. ‘Torba’larla iş görme, aslında tam bir pazarlamacı üç kağıdı; bir iki iyi şey uğruna birçok kötü şeyi sineye çektirtmeye yönelik bir şantajcılık.
 
İnsanlara ‘takan’, bireysel intikam peşinde koşan bir devlet; daha doğrusu, ‘artık, ne kadar devlet’: Yıllarca tutukluluk rezaleti bir yana, Balbay ve Özkan’a uygulanan tecrit, Haberal’ı illaki Silivri’ye göndermek üzere bin bir oyun, bu işe alet edilen doktorun karısına milletvekili adaylığı ve de başbakanın açıktan tehdit ve gözdağı: Benim servetimle laf edeni bakın nasıl Silivri’ye tıktırdım diye iftiharla ikrar ediyor despotluğunu.
 
Oğlunun arabasıyla çarpıp Sevim Tanürek’i öldürmesi, ‘gemicik’i, tümden ya da 21 günle askerlikten –kendi tabiriyle– yırtmalar: Bunlar ise, tabu konular; dokunanı Silivri’den de ötelere göndertebilir.
 
Adamın evini/işyerini basıp not defterine el koyuyorlar; orada birileri hakkında bir şeyler yazmış, kendisi için; savcı adamın mahremini faş etmekle kalmayıp o birilerine de soruyor, adamdan şikâyetçi misiniz diye; çakma mağdur, iktidarın piyonuysa, tabiî hemen atlıyor “müştekiyim” diye: Devlet eliyle müzevirlik, münafıklık ve de suç imalatı.
 
Tam Stalin-Beria usûlü bir terör süreci: Aleyhlerindeki delillerin ve neyle suçlandıklarının sanıklardan gizlenmesi; ki, bu yoldaki ‘kanun hükmünde kararname’yi bizzat Stalin kaleme almıştır; üçüncü şahıslar aracılığıyla selam göndermeyi bile suç delili addetmeyi mümkün kılan ‘manevî suç ortaklığı’ da o dönemin icadı: Suçun somut fiilden kopartılıp, ‘düşünce suçu’ndan da öte, ‘ruh/duygu suçu’ diye bir suç kategorisi ihdası. Erdoğan-Öz ikilisinin özgün katkısı ise, tutuklu sanıktan gizlenen suç delillerinin, medyaya servis edilmesi.
 
Polis, insanların telefonuna adres yüklüyor, suç delili olsun diye; ortaya çıkınca da ‘sehven’ deniliyor. Yine aynı mahreçten, ‘PKK şuna şuna suikast hazırlıyordu da yakaladık’ iddiaları. Hemen ardından ise, Tatlıses’e suikast: İstanbul’un en iyi kameralanan yerinde, AKP militanı bir televizyon kanalı çıkışında; en büyük kolaylıkla yakalanıp, işin içine PKK bağlantısı sokacak şekilde/sokmak üzere ve de başbakan olayın yarattığı infiali sonuna kadar istismar etsin diye.
 
Kendisi, ‘sandıktan çıktık’ diye orum orum övünürken, yüzde on barajı aracılığıyla gasp edilmiş değil, yüzde yüz helal oylarla Meclis’e girmiş HADEP’lilerin ellerini sıkmıyor; daha sonra da onlara verilen oyları şaibeli ilân ediyor; bunların üzerine dikilen tüy ise vahşetten hükümlü Hizbullahçıların sahaya sürülmeleri oluyor, ‘şaibeli’ oy verenleri terörize etsinler diye.
 
Başbakan, kendisine karşı çıkanları hukuk dışı yollardan sindirmeyi hiç de gayri meşrû addetmiyor: Sınav rezaletini protesto eden liseli çocukları, üzerlerine daha kalabalık bir kitle göndermekle tehdit ediyor; bir iki yıl önce de, göstericilere kalaşnikof doğrultan adamı adeta örnek vatandaş ilân etmişti: Kabile devletinin de altına iniş. Önümüzdeki günlerde de, BDP’lileri, eğer bölgedeki protestolara son vermezlerse, İstanbul’daki Kürtleri ‘vatandaş’a kırdırtmakla tehdit ederse, hiç şaşırmam.
 
KPSS’deki kopya skandalının üzerine anında dört bir yandan gidilip ÖSYM başkanı istifaya mecbur ediliyor; amaç, yerine kendilerinden birini getirip işlerini gördürebilmek; ama, adamları –kendi tabiriyle– pek bir ‘beceriksiz’, organize işler de açığa çıkıyor: Ne gam, mutadları veçhile, pisliği yapanı değil de, ortaya çıkartanı suçlayıp provokatör ilân ediyorlar ve benim tahminim, sıra Abbas Güçlü’ye bayağı bir yaklaşıyor.
 
Devlet öylesine kabileleşmiş ki, reisin kişisel husumetleri, doğrudan doğruya yasamaya nakşediliyor: Malî cezaların tümüne af getiriliyor, sigara cezaları hariç. Ancak esas önemli olan, insanların açıkça aşağılanıp hedef gösterilmeleri, tam bir nefret söylemi eşliğinde: Tiryakiyi, etrafına ölüm saçan eşkiyaya benzetip “aksırana tıksırana kadar’ diyerek; ‘monşer’ ise adeta bir küfür, reisin ağzında.
 
Başbakan, partisine AK demeyenlere de ‘edepsiz’ diyor: Böyle bir şey, gerek ahlaken gerekse hukuken kabûl edilemez. Ancak daha da önemlisi, insanların kendisinin gazabına uğramaktan çekinerek ‘saçma’nın, yani akıldışının hükümranlığını kabûl etmesi; ki, bu da faşizmin dayanmak/yaratmak zorunda olduğu zihinsel zemin: “Partimizin kısa adı AK Parti’dir” diyor; oysa, aynı bir şeyin kısaydı, uzundu veya orta boydu diye birden fazla adı olamaz. Ad, ya tektir, ya da ad değildir; birden fazla kelimeden oluştuğu durumda ise, -kısa adı değil- kısaltması olur, baş harfler esasında; Anayasa Mahkemesi veya Alış-veriş Merkezi gibi istisnaî durumlar hariç.
 
AKP yerine AK Parti demek, Romalı senatörlerin Caligula’nın konsül ilân ettiği atın önünde korku belâsına  selama durmalarından daha az vahim bir durum değildir. Ama neyse ki, zihinden önce madde vardır; yani, insan korkudan ya da yalakalıktan ata selam dursa da, emir üzre ne su yukarı akar ne de atlar konuşmaya başlar; tam tersine imparatordu, reisti, başbakandı demez, binmesini bilmeyeni sırtından atar, kamyon da dördüncü vitesle kalkmaya kalkanı rezil eder.
 
At kadar olabiliriz, inşallah.