İnsan hakları mücadelesinin en önemli engellerinin başında, “hiyerarşi” geliyor. Birçoğumuz, insan haklarının ne kadar önemli

İnsan hakları mücadelesinin en önemli engellerinin başında, “hiyerarşi” geliyor. Birçoğumuz, insan haklarının ne kadar önemli olduğunu iyi biliriz. İnsan haklarının olmadığı yerde, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi kavramların yeşermeyeceğini anlarız. Biliriz, anlarız da, yine de bir çoğumuzun kafasında bu hakların bir hiyerarşisi var. Bazı haklar ötekilerden daha önemli gibi gelir, sanki bazı haklar, daha çok desteğimizi hak ediyor gibi...
Bu hiyerarşik yaklaşımdan en çok  çeken iki insan hakkı kategorisi de, LGBTT hakları ile engellilerin hakları.
Engelli hakları ülkemizde medikal bir sorun olarak görülür. Engelli bir insanla karşılaşan birçok iyi yürekli insanın aklına ilk gelen şey, gönlünden geçen ilk duygu “ya şu tıp bilimi, bu engeli kaldıracak birşey bulamadı mı daha?” olur. Halbuki dünyada engelli hareketi; bize sorunlarının “medikal” değil, sosyal olduğunu söylüyor. Arzu edilen şey, engelli insanların topluma kazandırılmaları. Yani engelliler iyileşmeyi bekleyen birer hasta değil; çarpık sosyal eğitim anlayışımız ve özellikle de “sadaka kültürünün” dominant olduğu ülkemizdeki gerekli yatırımların yapılmaması nedeniyle, toplumdan izole edilmiş bireyler.
Hiçbir kendini bilen engelli, kendisine acınmasını, doktorlara, hastahanelere havale edilmeyi istemiyor. Senin benim gibi otobüse binip işe gitmek, sinemaya gidebilmek, gösterilen filmi anlamak, âşık olmak, spor yapmak, kısacası parçası olmaları gereken toplumun nimetlerinden herkes gibi yararlanmak istiyorlar. Korkmadan, aşağılanmadan, engelsiz insanlar gibi hak ettikleri saygı ve sevgiyi görerek yaşamak istiyorlar. Bunları yapabilmelerine mani olan şey, engelli olmaları değil. Onların sorunu; yine senin benim önyargılarımız ve engelli insanları, topluma entegre edebilmek için gerekli yatırımları yapmayan kamu otoritesi.
Dönelim insan haklarının hiyerarşisine: Bu hiyerarşi içerisinde, önde olan “insan hakları” devamlı gündemdedir. Daha fazla insan tarafından, daha fazla sefer dillendirilirler. Gündem daha fazla onlarındır. Bunların önemlerini küçümsediğimden değil, ama engelli hakları, eşcinsel hakları gibi, hiyerarşinin alt sıralarındaki hakların zamanı bir türlü gelmez, kamuoyu önderleri bir türlü elleri varıp da, bu ikinci sınıf haklardan bahsetmeye vakit bulamazlar!
Hepimizin “işitme kaybı sahibi’ bir yakınımız yok mu? Benim, hem de çok yakınım bir tane var. Çözümü birçok kereler mümkün olan bu “engel”, insanları anti-sosyalleşmeye mahkûm eden ülkemizde, 10 milyon insanın her gün yaşamak zorunda olduğu bir engel! Şöyle bir durup düşünmek gerekmez mi: Neden altyazıyla gösterilen ilk Türkçe film, 2009’un Aralık ayına kaldı diye?
İşte bu bilinç ve bilgilerin ışığında tanımadığım, bilmediğim İlksen Başarır’ın “Başka Dilde Aşk’ını” seyretmeye gittim. İçim ısındı. Yine hiç tanımadığım ve daha önce duymadığım Mert Fırat’ın oynadığı Onur, Saadet Işıl Aksoy’un oynadığı Zeynep olmak istedim. Hep söylüyorum, yazıyorum: Ne kadar iyi genç oyuncularımız var?
İlk filmi olduğunu öğrendiğim, bu İlksen Başarır filmi, yazımın başında bahsettiğim gerek hiyerarşi, gerekse de engellilerin sorunlarına fevkalade bir cevap niteliğinde. Hem de sıkmadan, bilakis eğlendirerek. Bu ismi daha çok duyacağıma eminim.
Bir sürü ödül almış. Atilla Dorsay da filmi beğenmiş. “Başka Dilde Aşk, naif sinemaya yaklaşan bir film” diyor. “Türünün evrensel örnekleri yanında rahatça yer alabilecek iyi bir film” diyor.  Bilmem, anlamam, profesyonel film kritiği falan değilim, ama bir seyirci olarak ben çok beğendim. Bu sene sadece tek bir film bile görecekseniz, “Başka Dilde Aşk’ı” kaçırmayın derim.
Yalnız anlamadığım bir şey var. Bu kadar güzel ve başarılı bir film, neden çok az sinemada gösteriliyor? Benim gittiğim salon doluydu. Bir sürü beş para etmez film, onlarca sinemada birden vizyona girerken, neden Beyoğlu’unda sadece bir salon “Başka Dilde Aşk’ı” gösteriyor? Umarım, bir izahı vardır.
Ben bu izahı beklerken, size iyi seyirler.