Kurtuluş Savaşı’nda (1913-1923) Türkiye’nin kayıpları konusunda farklı sayılar verilir. Hangisi kesin doğrudur, hüküm verebilecek

Kurtuluş Savaşı’nda (1913-1923) Türkiye’nin kayıpları konusunda farklı sayılar verilir. Hangisi kesin doğrudur, hüküm verebilecek durumda değilim. Şehit sayısını 10.000’e yakın olarak veren de var, 100.000’in üzerinde diye abartanlar da. Hükmü tarihçilere bırakıp, 20-30.000 diyenleri inandırıcı bulduğumu belirteyim.
Bir ülke kuruluyor; hakkında destanlar yazdığımız, tarih kitaplarının binlerce sayfasına sığdıramadığımız, İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı, Yunanistan’ı karşımıza aldığımız bir kurtuluş savaşı. Türk, Kürt, Laz, Çerkez bilcümle Anadolu insanının dişle tırnakla omuz omuza verdiği bir savaş. 20-30.000 şehit!
Bir de, 1984’den beri yaşadıklarına bakın ülkenin: 41.832 insanımızı yitirdik düne kadar. Siz bu yazıyı okurken sayı biraz daha artmış olabilir. Öyle bir kanama işte karşı karşıya olduğumuz. “Terörist” denilen ve sayıları 30.000’e yaklaşan ölülerimiz. 6.500’den fazla “güvenlik görevlisi”, 5.600’den fazla “sivil”… Hepsi bizim insanımız; 26 yıldır süren çatışmanın kurbanları!
Yaralananlar, mayınlara bir parçalarını verenler de var, binlerce. Ve işsizlikle, yoksullukla kıvranan ülkenin, dağlara bomba, roket, mermi olarak atılmış 300 milyar doları…
Tablo bu. Son zamanlarda yoğunlaşan saldırılarla bu tablo daha da ağırlaşırken, insan Cumhurbaşkanı’nın sendika ve meslek örgütleriyle yaptığı toplantıdan umutlanmak istiyordu. Ama galiba, siyasetin yüksek tepeleri bu gittikçe ağırlaşan tablo karşısında yeni bir şey söylemekten epey uzak. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin çıkışta söylediği gibi, “Cumhurbaşkanı’nın yeni bir yaklaşımı yok.”
Devlet, olayı hâlâ güvenlik temelli olarak görmekte ve çözümü orada aramakta. Sınıra profesyonel askerler gönderilecek, “çevremizdeki dost mu düşman mı olduğu ayırt edilemeyen ülkeler”e karşı baskı kurulacak, istihbarat faaliyetleri koordine edilip etkinleştirilecek… Yapılabilirse, sınır ileri geri kaydırılıp kontrolü kolaylaştırılacak… Yıllardır söylenen, yapılan, yapılmaya çalışılan şeyler…
Başbakan’a bakarsanız; Türkiye ne zaman kalkışa geçse, birileri terörü tırmandırıyor! Demek AKP yönetiminde “oldukça sakin” geçirdiğimiz son birkaç yılda Türkiye kalkışta değilmiş. Demek, büyüme hızının yüzde 9.4’le rekor kırdığı 2004’te memleket aslında kalkışa geçmemişmiş, Başbakan’ın o günlerdeki onca böbürlenmesine karşın.
Artık, bunları tekrar edip durmanın bir anlamı yok. Şimdi, yeni şeyler söyleyebilmek lazım. Söylemek de yetmez, yeni şeyler yapabilmek lazım.
Milliyet’in TUSİAD toplantısının perde arkasından aktardığına göre, iş dünyasının tepesinde solcuların yıllardık söyledikleri ve her söylediklerinde de başlarına bin bir çorap örülen “radikal” öneriler bile konuşulur olmuş. Çözüm için Öcalan’la da görüşülmesi, onun da çözüm aşamasında görüşmelere katılması, anayasaya “Bu ülkeyi Türkler ve Kürtler kurdu” ifadesinin eklenmesi, bölgesel özerklik, İspanya ve İngiltere’de ETA ve IRA’ya karşı geliştirilen yöntemlerin denenmesi dillendirilmiş.
Aslında, mevcut kanamayı durdurabilmenin ilk koşulu bütün bunların özgürce konuşulabilmesi. Silahların sesinin insanların sesini boğmasına izin vermemek gerek, her şeye karşın.
Konuşulabildiğinde, sorunun en yakıcı olarak hissedildiği yerlerden cesur barış sesleri yükseliyor. Bu yazı yazılırken, Diyarbakır’da 90 kadar sivil toplum örgütü, PKK’nin silah bırakmasını, operasyonların durmasını talep eden bir bildiri hazırlıyordu. Baro Başkanı Emin Aktar’ın medyaya yansıyan sözleri, bildiride söyleneceklerin ipuçlarını da gösteriyor:
“Şiddet, milliyetçiliği geliştirerek halklar arasında nefreti körükleme işlevi görmekte, gün geçtikçe Kürt sorununun daha da çözümsüz hale gelmesine neden olmaktadır… acil olarak çatışma zemininden uzaklaşılması gerekir… Her ölüm bizi birbirimizden ve insanlığımızdan uzaklaştırıyor… PKK mutlaka silah bırakmalı… Kürt meselesi silahla 3 günde silahsız 50 yılda çözülecekse ben 50 yılda çözülmesini tercih ederim, yeter ki bir tek insan ölmesin.”
Diyarbakır’dan gelen sesler duyulabilse, keşke!