Sevgili Hakan, Zaman ne kadar hızlı

Sevgili Hakan,
Zaman ne kadar hızlı geçiyor gerçekten.
Seninle tanışmamızın üzerinden kaç yıl geçti!..
Benim Türkiye’ye ilk gelişimin üzerinden kaç yıl geçti!..
Hayatımda ilk kez Türk kavramıyla karşılaşmamın üzerinden kaç yıl geçti!..
Herhalde o zamanlar ben Piyoner organizasyonunun üyesiydim. Yani “komünist çocuk örgütü”nün.
(“Komünist çocuk” kavramı bile kulağa ne garip geliyor, değil mi? Ama Sovyetler Birliği’nde herkesi – çocukları bile – en az bir örgüte üye, bir gazeteye de abone yaparlardı. Yaramazlık yapanları, okulu aksatanları, işe gitmeyenleri, hatta eşini aldatanları bu örgütlere şikayet ederler, sonra son derece ciddi toplantılarda, ideolojik jargon eşliğinde kınayıp devlet adına tehdit ederlerdi.)
Kim bilir kaç yıl önce bir Piyoner kampında tatil yaparken, kampın iri yarı ve çatık kaşlı aşçısı Lyuda Teyze’den duymuştum ilk kez “Türk” kelimesini. Çok lezzetli yemek yapan, yemeği yaparken neredeyse bir piyano çalıyormuş gibi ince bir zevk alan ve yüz hatları yumuşayarak güzelleşen bu kadın, mutfaktan çıktığı zaman çok kaba ve kavgacı oluyordu. Bazı “sıkı Rusça küfürler”i ondan öğrenmiştim.
Çok hızlı konuşur, dediğini anlamayıp da tekrarlamasını isteyenlere kızardı. Eğer yine anlamayan olursa onlara “Türk gibi anlayışsız” diye bağırırdı; biz de gülüşürdük. O zamanlar Türk kelimesinin bir ulusla ilgili olduğu aklıma bile gelmezdi, sadece anlama zorluğu çekenleri aşağılamak için kullanılan bir hakaret olduğunu sanırdım.
(Yıllar sonra Türkiye’ye yerleştiğimde “Moskof gâvuru” kavramıyla tanışmış, gülerek Lyuda Teyze’yi hatırlamıştım. Ee, onca yıl birbiriyle savaşan iki ulusun birbiriyle ilgili böyle sert ifadeleri olması normaldi herhalde…)
•••
Türkiye, benim hayatımda ilk yurtdışı seyahati ve ilk “yabancı ülke” idi. O zamanlar çok gençtim. Hem büyük bir merakla her yeri gezip görmek istiyordum, hem de başıma bir şey gelmesinden korkuyordum. Belki bunda rahmetli ninemin “Türkler sarışın kadınlara bayılırlar, dikkat et de seni kaçırmasınlar!” uyarısının da etkisi vardı.
Gerçekten de Türkiye’ye ilk kez adımımı atar atmaz başım belaya girmişti. Ama bela bir Türk’ten değil, bir başka eski Sovyet vatandaşından geliyordu. Uçakta Kafkasya kökenli ve Türkiye’ye defalarca gittiğini söyleyen bir kadınla yan yana oturmuştuk. Bana otel, gezi ve alışveriş konularında yardım vaat eden bu kadın tarafından dolandırılmış, paramın büyük bölümünü kaybetmiştim.
Kaldığım otelde çalışan orta yaşlı bir adam bana Rusya’dan para gönderilene kadar “durumu idare etme” sözü vermişti. Ağır şivesinin öteki Türklerden farklı olduğunu hissettiğim bu adamdan duyup da anlamadığım kelime yığını arasında biri çok dikkatimi çekiyordu:
- Bacım!..
Sonradan bunun ne demek olduğunu sorduğumda aldığım cevabı hiç unutmuyorum:
- Sister işte!
Paranın gelmesi gecikince adamın tavrı değişmeye başladı. Konuşurken bana daha çok yaklaşır ve dokunur oldu. Ve bir keresinde bana “başka türlü ödeme yapma” teklifinde bulunmuştu ki, o otelde kalan bir Rus kadın yardımıma koştu. Ertesi gün de ailemden para gelmişti.
Ama büyük korku yaşamıştım. O tedirginlikle ne gezdiğimden keyif alıyordum ne gördüğümden. Bir kez de nedenini anlamadığım bir polis kontrolü ile karşılaşmıştım. Pasaportumu uzun süre inceliyormuş gibi yapan polis, önce beni korkutmaya, sonra da bir yerlere davet etmeye kalkmıştı.
Kararımı vermiştim: Bir daha asla bu ülkeye gelmeyecektim.
(Hayat bazen insana ne kararlar aldırıyor… Ve sonra alay eder gibi o kararları ne kadar komik ve geçersiz hale getiriyor…)
Yıllar sonra bugün ilk Türkiye seyahatini gülümseyerek hatırlıyorum. O otelin semtine ara sıra uğrayıp dışarıdan bakıyorum. Sanki kendi gençliğimi, saflığımı arıyorum oralarda. Ve artık şimdi kim bilir nerelere kaybolan ilk kahramanlarımı: Dolandırıcı kadını, ağır şiveli otel görevlisini, esmer polisi, bana yardımcı olan Rus teyzeyi…
Ve aklıma ilk yerleşen kelimeleri:
- Bacım!.. Sister işte!..
•••
Beklenmedik bir şey oldu ve bir süre sonra tekrar Türkiye’ye geldim. Ama bu kez yalnızca tecrübeli değil, aynı zamanda korumalıydım da. Bir arkadaş grubuyla gelmiştim. Arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmıyorlardı. Ta ki, Rusya’ya dönüş öncesindeki o hafta sonu, onların ısrarlı alışverişe gitme tekliflerini reddedip tek başıma dolaşmaya çıkana kadar…
Neredeyse bütün gün her şey yolunda gitmişti. Hem gezmiş, hem müzeye gitmiş, hem de yemek yemiştim. Ve aksayan hiçbir şey yoktu. (Cinsel açlığı ölçüsüz bir şekilde haykıran saldırgan bakışları saymazsak tabii.)
Arkadaşlarla saptadığımız otelde buluşma zamanına bir saat kalmıştı. Bir çay bahçesinde oturmak ve o zamanlar sevip sevmediğimi bir türlü anlayamadığım, ama bana çelişkili duygular yaşatan o garip “Türk kahvesi” denen şeyi bir kez daha yudumlamak geldi içimden.
Ben kahveyi beklerken uzun boylu, yakışıklı, iyi giyimli bir adam yanıma yaklaştı. “Oturabilir miyim?” dedikten sonra, benim cevabımı beklemeden masanın karşısına kuruldu. Ben bunu “ikinci Türkiye seyahatinin beklenen rezaleti” olarak göğüslemeye çoktan hazırdım ve savaşa giden bir asker kadar gergin bir bekleyiş içine girmiştim.
Ama rezalet çıkmadı. Çok kibardı ve çok iyi İngilizce biliyordu. Yarım saat kadar havadan sudan, Türk kültüründen ve geleneklerinden konuştuk. Bana çok ilginç şeyler anlattı. Sohbetten hoşlanmıştım.
Ona artık kalkmam gerektiğini söyledim. Yüzü değişti. Belli ki kafasındaki senaryonun gelişimi yarım saatten fazla bir süreye göre kurulmuştu ve şimdi ben bu oyunu bozuyordum. Israrcı birkaç girişimine benden olumsuz cevap alınca aniden başka bir taktik belirledi. Ve son derece açık konuşarak bana tüm masraflarını karşılayacağı, hatta bir de türlü hediyeler alacağı “bir haftalık birliktelik” önerdi.
Cümleleri kesinlikle kaba değildi. Ama sesinin tonu ve vurguları bana aşağılayıcı gelmişti. Sanki teklifini büyük bir fırsat olarak görmeli, sevinçten havalara zıplamalıydım.
Birkaç ret girişimimden sonra belki vazgeçmesi daha kolay olur diye ona ertesi gün Rusya’ya döneceğimi ve orada sevdiğim bir erkek arkadaşım olduğunu söyledim.
Beklemediğim bir tepki verdi. Güldü. Ve alaycı bir eda takınarak sordu:
- Erkek arkadaşın Rus mu?
Şaşkın ve tereddütsüz “evet” dedim.
O sanki daha bir keyiflendi. Gülüşü yüzüne yayıldı. Ama daha fazla neşelenirken garip bir acımasızlık ifadesi gülüşüne yapışmıştı.
Bana okuduklarından çok şey öğrendiğini söyledi (çok okuduğunu durmadan vurguluyordu, ama örneğin, benim neredeyse ezbere bildiğim “Çalıkuşu”ndan ve Nâzım Hikmet’in birçok ünlü şiirinden – her ne kadar kafa sallayarak biliyormuş gibi yapsa da – habersizdi). Eh, arkadaş çevresi de çok genişti (ki herhalde asıl bilgi kaynağı bu insanlarla yaptığı konuşmalar olmalıydı). Rusya’ya gitmese de “oraları çok iyi bildiği” kanısındaydı.
Lafı epeyce dolandırdıktan sonra bana Rus erkeklerinin alkolik ve işe yaramaz olduklarını, hem parasal ve hem de – özellikle – cinsel yönden ancak Türkiye’de tatmin olabileceğimi, başıma konan bu talih kuşunu kaçırmamam gerektiğini kesin vurgularla anlattı.
Sözleri çok kırıcı, ama öğreticiydi. Pek çok Türk, tıpkı onun gibi Rusya’yı küçümsüyordu. Sonuçta yıkılan, yoksullaşan, yurttaşlarının geçinebilmek çaresizce dünyanın çeşitli ülkelerine dağıldığı bir ülkeydi Rusya.
Rus erkeklerinin tümü işe yaramazdı. Bu yüzden Rus kadınlarının gözü  hep dışarıdaydı. “Güzellikleri dünyaca tescil edilmiş bu zavallı kadınlar” artık ya kendilerini satarak, ya da uygun bir yabancı eş veya erkek arkadaş bularak hayatlarını kurtarabilirlerdi. Böylece hem karınları doyacak, hem de ülkelerinde yaşamadıkları kadar ateşli bir seks hayatına kavuşacaklardı.
Buradaki her Türk erkeği süperdi. Hepsi her an sevişmeye hazırdı (ki ondan şüphem yok) ve kadın vücudunu çok iyi bilen, onu nasıl tatmin edeceği konusunda özel yetenekleri olan birer seks uzmanıydı.
•••
Ona “zamanım yok” diyerek veremediğim cevabımı yıllar içinde içimde biriktirdim, büyüttüm, geliştirdim.
Hatta bunca yıllık dostluğumuza rağmen sana bile söylemediğim bir sırrımı açıklayayım burada. Hatıra defterimin sayfalarının arasında Türk gazetelerinden kesip sakladığım bazı haberler vardır.
Bunlardan birine göre, Türk erkeklerinin üçte ikisi sertleşme sorunu yaşıyormuş. Bir başka haberde ise Türkiye’de erkeklerin yüzde 70’inin erken boşalma sorunu olduğu anlatılıyor. Yapılan bir araştırmaya göre, Türk kadınlarının yarısından fazlası hiç orgazm olmamış… Bunları yazan Rus değil Türk gazeteleri. Araştırmaları yapanlar da Türk ve uluslararası tıp kurumları…
Bana kızma, elbette bunları Türk erkeklerini aşağılamak ve cinsel potansiyellerini küçümsemek için yazmıyorum. Siz pek çok ülke erkeğine göre daha istekli, daha ateşli olabilirsiniz. Ama sadece genleri temelinde bir anda seks dehası olduğunu iddia edenlere de ara sıra bazı gerçeklerden bahsetmek gerekebiliyor.
Benim o gün veremediğim cevaplardan biri buna ilişkindi. (Umarım bunu sonraki mektuplarda daha geniş yazma imkanım olur.) Bir başka verilmemiş cevap da, dağılan Sovyetler’in yıkıntılarının arasında, “küllerinden yeniden doğan” Rusya’nın hiç de o kadar acınacak ve yoksul bir ülke olmadığı üzerineydi. (Bunu da sonraki mektuplarda yazmaya çalışacağım.)
Ama bugünlük bu kadar.
Sağlıcakla kal.
Nataşa.