Geçen haftaki yazımızda, gerekçelerini göstererek yaşadığımız sürecin sivil darbe olarak adlandırılması gerektiğine...

Geçen haftaki yazımızda, gerekçelerini göstererek yaşadığımız sürecin sivil darbe olarak adlandırılması gerektiğine dikkat çekmiştik.

Bugünkü yazımızda, yazımızın başlığında yer alan slogana karşı çıkılan şeriat ve askeri darbeden hangisinin yakın bir tehdit oluşturduğunu değerlendirmeye ve tartışmaya çalışacağız.

Çok açıktır ki, bugünkü koşullarda sözcüğün ifade ettiği anlamda bir askeri darbe tehlikesi söz konusu değildir. Bu tür bir darbeye neden gereksinim duyulsun ki? Zaten mevcut yapı -biz buna sivil darbe durumu diyoruz-bu geleneğin geçen yazımızda ayrıntılı bir şekilde açıkladığımız gibi geçmişte gerçekleştirdiği 12 Eylül darbesinin bir ürünü. IMF-Dünya Bankası (DB) ikilisinin köktenci piya-sacılığının gölgesindeki bu siyasi yapı, rahatsızlık yaratmış olsaydı, hiç kuşkusuz geçmiş askeri darbelerde olduğu gibi darbe yapacak bir değil bin tane "gerekçeli bahane" üretmek işten bile değildi. Ancak bu tespitimiz, mevcut durumun askerler tarafından ideal bir durum olarak algılandığı anlamına da gelmemelidir. Askerler nezdinde ideal durum, hiç kuşkusuz kökten piyasacı olan iktidarın aynı zamanda laikçi olmasıdır. Bu terimi, Cumhuriyetimizin tanımladığı ve benimsediği laiklik savunucularını gerçek laiklik savunucularından ayırt edilebilmek için kullanıyoruz.

Laikliğin kurumsal tanımlamasında üç ilke öne çıkıyor: Tarafsızlık, eşitlik ve özgürlük. Laik düzeyde, devlet ile dini kurumlar arasındaki ilişki bu üç ilke gözetilerek kurulur. Tarafsızlık, devletin dini sorunlarına özel bir öncelik tanımamasıdır. Eşitlik, devletin oluşturduğu din politikasının toplumdaki her dine, dinsizliğe ya da ateizme eşit mesafede olma zorunluluğudur. Özgürlük, devletin temel hakları korumaya yönelik zorunlu müdahaleler dışında farklı dinlere, dinsizlere veya ateistlere ait faaliyetlere karışmamasını gerektirir. Bunların dışında kurumsal laiklik, tarihsel olarak aynı zamanda Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) ilkesini yaşama geçiren bir toplumsal eğitim projesidir. Cumhuriyetimizin öngördüğü, benimsediği ve uyguladığı laiklik sistemi, kurumsal laiklik tanımının bir hayli uzağındadır (bizim laikliğimizin kurumsal laiklikten, yani gerçek laiklikten ne kadar farklı olduğuna ilişkin bir tartışma için 6 Haziran 2007 tarihli BirGün'de yayımlanan Murat Akan imzalı "Laiklik Üzerine" başlıklı yazıya bakılabilir).

Mevcut resmi laik sistemimiz adeta, Diyanet İşleri Başkanlığının oluşturulması, devlet okullarına zorunlu din dersleri getirilmesi gibi uygulamalarla "İslam'ı ılımlılaştırma projesi" olarak öngörülmüş ve uygulanmıştır. Bu projenin tek olumlu kazanımı, "Eğitim Birliği" olmuştur. Ne yazık ki, 28 Şubat öncesinde başlayan ve bugün AKP iktidarında doruğa çıkan bu ilkeye karşıt uygulamalarla, bu olumlu kazanım da yitirilmek üzeredir. Yani, "Köktenci Piyasacı" AKP iktidarı, AKP'nin gerek kendisinin gerekse soldan ve sağdan yandaşlarının onu "Ilımlı İslamcı" gösterme çabalarına rağmen, "Köktenci İslamcılığa" doğru yol almaktadır. AKP, 28 Şubatta kesintiye uğramış, post-modern darbeyle ötelen-miş süreci yeniden canlandırmaya çalışıyor. Fakat bu sefer, AKP'nin karşısında 28 Şubattan farklı olarak, tehlikeyi askerlerden önce fark eden geniş halk yığınları bulunmaktadır. Bu kesimlerin coşkulu, kalabalık mitingleri "tehlikenin farkında olmanın" en canlı kanıtıdır. Bu kalabalıkları "bindirilmiş kıtalar", "faşizmin kitle tabanı" vb. tanımlamalarla küçümseyenler şunu bilmelidirler ki, karşı çıktıkları ve yakın tehlike olarak gördükleri askeri darbe bizzat bu küçümsedikleri, alaya aldıkları kitleler tarafından önlenmiştir. Artık bu kesimler askeri darbeye karşı mücadele ederken, AKP'nin yanında demokrasi mücadelesi verilemeyeceğini görmelidirler ve geniş halk yığınlarına "ölümü gösterip (askeri darbe) sıtmaya razı etmek"ten (AKP'yi kabullenmekten) vazgeçmelidirler. Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok. AKP güdümündeki münfesih Meclis'in, Meclis içi ve dışı muhalefeti yok soyarak yangından mal kaçırırcasına, toplumsal açıdan hayati öneme sahip yasa tasarılarını birbiri ardına Meclisten geçirmesi sanırız önemli bir kanıttır.

Sol açısından doğru tavır, "ya şeriat, ya askeri darbe" kıskacının dışına çıkarak mevcut sivil darbeci ortamı aşmaya çalışmaktır. Bunun yolu ise, egemen kutuplaşma etrafındaki bu iki cepheye de karşı durabilmekten geçmektedir. Bu yönde gerekli bir siyasi irade gösterilebilirse "eşit, özgür, demokratik ve gerçek laik bir Türkiye" yaratabilmek, yani üçüncü bir seçenek oluşturabilmek, üçüncü bir cephe açabilmek sanıldığı gibi hiç de zor değildir.