Son günlerde yine sık sık Antonio Gramsci’nin bir sözünü hatırlıyorum: “Akılda karamsarlık, eylemde iyimserlik.” Şu Ergenekon tartışmalarında düstur olabilecek bir söz...

Son günlerde yine sık sık Antonio Gramsci’nin bir sözünü hatırlıyorum: “Akılda karamsarlık, eylemde iyimserlik.” Şu Ergenekon tartışmalarında düstur olabilecek bir söz bu. Olmalı. Ulusalcı ‘Sol’ umrumda değil ama Sosyalist Sol’un Ergenekon sürecinin aktörü ya da en azından destekçisi durumundaki siyasi odak ve çevrelere güven duymaması normal. Ama işte bu sebepten Sosyalist Sol’un şu ya da bu şekilde başlamış ve Türkiye için büyük bir fırsat olabilecek Ergenekon sürecinden bir beklentisi ve umudu olmaması, tam da bu; bu fırsatın kaçmasının, bu hukuk sürecinin güdük kalmasının nedenlerinden biri olabilir. Çünkü Sosyalist Sol Türkiye’nin bu karanlık yakın tarihine ilişkin en fazla eleştirel bilgiye sahip, Ergenekon türü örgütlerle mücadelede en samimi, en kararlı kesim. Ancak bu süreçten biz, bir şeyler umut eder, beklersek, biz, bu umudu yayarsak soruşturma doğru rotaya girer, rotasından şaşmaz. İşte bu yüzden Gramsci’nin bu sözü bizim Ergenekon sürecine yaklaşımımızın şiarı olmalı. Olsun.

•••

Son günlerde yine sık sık bir de Thomas Mann’ın ‘Lotte in Weimar  adlı romanındaki o saptamayı hatırlıyorum, üzerinde düşünüyorum. Goethe ve sevgilisi Charlotte’nin aşkından yola çıkan bu romanın bir yerinde bir Çin geleneğinden, daha doğrusu Çin kültürünün yüzlerce yıllık önemli bir ögesinden, bir oluşturucu ögesinden söz edilir. Şöyle ki; Çin’de parlak bir insanın varlığının uğursuzluk getirdiğine inanılırmış. Mesela bir şehirde böyle parlak biri ortaya çıkmaya görsün hemşeriler başlarına bir şey gelmesin diye onu oradan kovmak için ellerinden geleni ardına komazmış. Romandaki bu saptamayı okuduktan sonra Çin’de Kültür Devrimi sırasında sosyalizm, komünizm adına yapılanlara bir de bu gözle bakmıştım.

Kültür böyle bir şey işte. Bir kültürün oluşturucu ögeleri hiç beklenmedik yerlerde, mesela büyük bir devrimci atılımın, böylesine zamansal bir sıçramanın bir aşamasında, geri dönüveriyor, yeniden ürüyor, üretiliveriyor.

•••

Ve son günlerde yine sık sık Bernardo Bertolucci’nin ‘1900’ adlı filmini de hatırlıyorum. Filmdeki o treni. Kızıl bayraklarla donatılmış trene yoksul köylü çocuklarının doluşmasını önce. Yola çıkışlarını coşkuyla. Bir başka şehre doğru. Komünist Parti’nin onları eğitim için götürdüğü. Bunu hatırlıyorum. Dönüşlerini sonra. Çocuksu bir kibir, boylarından büyük bir özgüvenle. Sonra o trene sınıfsal konumu nedeniyle binememiş Alfredo’nun kıskançlığını ve ezikliğini elbette.

Evet, galiba şimdi akıllı bir karamsarlığın ve iyimser bir eylemliliğin, parlamanın ve yayılmanın, bayraklı trenlere coşkuyla binip kibirle dönmenin, o trene binemeyenleri kıskandırmanın zamanı.