"Bi türlü anlamıyorum..." diyordu küçük kız, elinden tuttuğu genç kadına, "bi türlü anlamıyorum neden almadığını...

"Bi türlü anlamıyorum..." diyordu küçük kız, elinden tuttuğu genç kadına, "bi türlü anlamıyorum neden almadığını... Hiç pahalı diil ki!"

"Ne istiyor?" diye sordum. İçinden Barbie tokası çıkan dergi istiyormuş. İzin verdiler, ben aldım dergiyi. Finike'de tatildeydim. Küçük Yeşim, beyaz taşlı pembe tokasını saçlarına iliştirdi, dergiyi karıştırırken, yanındaki genç kadınla, sevgili Suna'yla bir çay bahçesinde oturduk. Suna, Yeşim'in teyzesi... 80 doğumlu.

"Varlığı gördükleri için yoktan anlamıyorlar" dedi Suna.

Gölcüklülermiş. 17 Ağustos'un bedelini ağır ödeyen yüzlerce aileden biri. Gölcük'te marketleri varmış. Halleri vakitleri yerindeymiş. Kendilerine ait apartmanda yaşıyorlarmış, alt katı market. Depremde bina yerle bir olmuş. Suna, annesini, babasını, kardeşlerini ve geçim kaynakları olan marketi bir gecede kaybetmiş. Kendisi 46 saat sonra enkazdan çıkartılmış. Bir alt sokakta oturan ablası Canan'ın evi de ağır hasar almış. Ancak, ablası, eşi ve üç çocukları sağ kalmışlar. Bir otobüse atlayıp Finike'ye kaçmışlar. Tam iki ay sahilde, bir ağaç altında yaşamışlar. Sahilde mısır ve simit satmaya başlamışlar. Sonunda, 30 milyon kirayla, tepelerde bir gecekondu tutmuşlar. Birlikte evlerine gittik. Ortadan perdeyle ayrılmış tek bir oda, tuvalet dışarda... Mutfak yok. Heap birlike yazlıkçıların evlerine temizliğe gidiyorlar. "Aç, açık değiliz ama çocuklara 'yok' derken kahroluyoruz" diyordu Suna. Dedeleri el bebek, gül bebek büyütmüş torunlarını, bir dediklerini iki etmemiş. Deprem Yeşim'in dedesini ve Barbie bebeklerini elinden almış; bunu anlıyordu da, şimdi Barbie'nin tokasını bile neden alamadıklarını bir türlü anlayamıyordu.

Ve biz unutmayacaktık, unutturmayacaktık 17 Ağustos'u. Unuttuk. Enkazdan sağ çıkanlar adına sevindik, ama onların büyük bölümünün sadece canlarını kurtardıklarını, hayatlarını kaybettiklerini unuttuk.

İSTANBUL BUNU HEP YAPIYOR
Deniyor ki, İstanbul depremi kapıda. Biliyoruz geleceğini. İstanbul'un depremleri büyük oluyor. 1509 depremine "Küçük Kıyamet" denmiş halk arasında. 7.4 şiddetinde olduğu tahmin edilen depremin sarsıntısı, Mısır'dan Avusturya'ya kadar hissedilmiş. İstanbul'un nüfusu 160 bin civarında o tarihte, 6 bine yakın insan ölmüş. Topkapı Sarayı'nın duvarları bile yıkılmış. İkinci büyük İstanbul depremi, bir başka küçük kıyamet. 1766'da Marmara fay hattı yeniden kırılıyor. Yine 5 bine yakın ölü. Her iki depremde de tsunami oluyor, İstanbul dalgalar altında kalıyor. Sahildeki evler denize gömülüyor: İstanbul bunu hep yapıyor.Yaklaşık 250 yılda bir... Deprem uzmanları son günlerde açık açık felaket senaryoları yazmaya başladılar: Her an deprem olabilir... Çok merak ediyorum, tren kazasının sorumluluğunu bile Allaha havale eden bir zihniyet, deprem gibi doğal bir afet karşısında nasıl tavır takınacak... Recep Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tecrübesi, İstanbulluları "Allahın Gazabı"na uğramaktan koruyabilecek mi? İstanbul'un depremde yerle bir olacağı söylenen 135 mahallesinde ne gibi çalışmalar yapılıyor? İstanbul bugün ya da yarın depremi yaşayacaksa, 'en azından' insanlara çok ciddi bir eğitim verilmesi gerekmiyor mu? Bu da mı pahalı, bu da mı zor?

Unutmayalım: Deprem değil, zihniyet öldürüyor. Hatırlatalım: Siyasi iktidarın vatandaşları korumak için önlem almak gibi bir sorumlulukları var. Küçük Yeşim'ler "Barbie bebeğini allah aldı"dan anlamıyorlar. Çok mutsuz oluyorlar.