"Bu bir türkü:- /toprak çanaklarda /güneşi içenlerin türküsü

"Bu bir türkü:- /toprak çanaklarda /güneşi içenlerin türküsü! /Bu bir örgü:- /alev bir saç örgüsü!/kıvranıyor; /kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor/esmer alınlarında /bakır ayakları çıplak kahramanların! ... Düşmesin bizimle yola: /evinde ağlayanların / göz yaşlarını /boynunda ağır bir/zincir/gibi taşıyanlar!... Ölenler/döğüşerek öldüler; / güneşe gömüldüler. /Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!... Akın var/güneşe akın! / Güneşi zaaaptedeceğiz /güneşin zaptı yakın!"

Ne çok severlerdi bu dizeleri, ne çok haykırmışlardı 20'li yaşlarında... Kim bilir, kaç duvara yazmışlardı o mahallede; "Ölenler dövüşerek öldüler" diye. "Akın var, güneşe akın" diye, "Güneşi zaptedeceğiz" diye... Belki zaptedemediler güneşi, ama dövüşerek öldü kimileri. Kimileri bir akın halinde hâlâ! Çok şey değişti belki o günlerden bu yana. Ama belli ki, çok şey de değişmeden kalmıştı.

O değişmeden kalan şeyler nedeniyle olsa gerek, hafta sonunda, 25-30 yıl sonra kimileri ilk kez duydukları bir sesin peşine takılıp telefon ahizesinden, kalkıp geldiler Ankara'ya.

Edirne'den, Antalya'dan, Mersin'den koşup geldiler.

"Ne oluyoruz? Nereden çıktı bu 25-30 yıl sonra aramalar, aranmalar? Yeni bir örgüt işi falan mı var?" diye akıllarından geçirenler de olmadı değil. Ama ne gam, çağıran çeyrek yüzyıl geçmesine karşın aradan, o dost sesiydi ya kulaklardan silinmeyen. Yanlarına çocuklarını alıp geldi kimileri: "Bizim bıraktığımız yerden onlar devam ediyor" diyerek.

Saatlerce eski günleri andılar bir Ankara otelinin salonunda. Bu kez vakit de vardı sanki ölenlerin matemini tutmaya. Tek tek saydılar adlarını şimdi aralarında olmayan ve döğüşerek ölen arkadaşlarının. Gözler nemlendi, boğazda düğümlendi sözcükler, konuşamaz oldular: Kenan Dayıoğlu, İbrahim Bozkurt, Hasan Çaylı, Ergun Atmaca, T. Şevki Kobal derken.

Kimi oyuncak fabrikası kurmuş, kimi sanayide demirci, kimi bir devlet dairesinden emekli, kimi mali müşavir, kimi bir bankada memur, kimi dürüm satıyor hâlâ eski mahallede, kimi gazeteci o eski bildik çizgide yazılar yazan ya da holding medyasında farklılığıyla hep fark edilen.

Orhan Amca İtfaiye'den emekli olmuş, Ali Abi Karayollarından. Emekli olmuşlar ama kafaları o gencecik düşünce ve idaellerle dolu yine. Ali Abi eşini de alıp gelmiş. O gecekondu mahallesinde kimbilir kaç devrimciye sofra kuran, kol kanat geren "Abla"yı yani. Bir geriye, bir bugüne gidip geldiğinde düşünceleri; "Keşke" diyorlar, "Keşke, o mahallede bizi bu düşüncelerle tanıştıran gençlerin, çocukların hepsi şimdi de siyaset yapıyor olsalardı. Onlar o zamanki gibi siyaset yapıyor olsalardı şimdi, Türkiye böyle olmazdı".

Eskiye gitmeler moda ya şimdilerde. Hani okul arkadaşları falan buluşmaya başladılar sık sık. Ben koşup koşup gidiyorum ortaokul-lise arkadaşlarıma. Hani geçenlerde Rıdvan Akar üniversite kantininin sıcaklığını bugüne taşıyışlarını anlatıp "20 yaşımızdan gün aldık" diye yazdı ya. "Aynen Rıdvan Akar'ın dediği gibi, 20 yaşımızdan gün alıyoruz bugün" dedi, ta Antalya'dan eski "mahalle" arkadaşlarıyla buluşmaya gelenlerden biri.

Eskiye gitmeler moda ama, bu gidiş farklıydı biraz. Geçen cumartesi Ankara'da toplanıp paylaşmayı, dayanışmayı, birbirlerine güvenmeyi, kısacası hayata dair çok şeyi öğrendikleri çeyrek yüzyıl öncesini anan insanlar bir okulun öğrencileri falan değildi. 80 öncesinde bir şekilde bir mahallede bir araya gelmiş, halkla bütünleşmiş, ortak bir tencereye kaşık ve ortak bir kavgada yumruk sallamış insanlardı.

Ortak noktaları tarihin bir döneminde, bir mahallede, ortak bir düşü ve bir dövüşü paylaşmak olan insanların çeyrek yüzyıldan uzun bir süre sonra yeniden o mahalleye koşmaları ve o mahalledeki anılarla coşmaları... Bu bir ilkti, sanırım. Ama o geceden alınan keyfe ve paylaşılanların güzelliğine bakınca, "son olmayacak" dedi katılanlar.

Sık sık eskiye gidişler böyle, bana öyle geliyor ki, aslında biraz da bugüne bir şeyler taşıma çabası o unutulamayan eskiden...